30 Mart seçimlerinde Kürtlerden gasp edilmiş Ağrı’da, Pazar günü yeniden seçim var. Yalancılar, talancılara karşı namus günüdür. Ağrı, başkaldıranların merkezinde yalancılar, talancılara karşı, Kürtlerin dar gün deyimiyle "namus günü"dür, bu Pazar.
Zalimin kirli ayağıyla çiğnediği o topraklar, 1930'dan kalma kanıyor, hala. Kelle avcıları geçtiklerinde, atlarının terkilerinde, kan sızan kesik insan başları bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. Kelle avcıları, 1980’lerden itibaren gezgin çeteler olarak kılık değiştirdi. Ama iktidar hep anı kaldı: Kanlıların mirasçıları… Kürtlerin seçimlerdeki adayı Sırrı Sakık, şehrin, polis ve asker namlularıyla işgal edilmiş manzaralarını yayımladı. Şehir devlet terörünün (korku manzaraları) işgali altında. Her kapıda bir polis, sokak başları, kavşaklarda namlular, geleni geçeni tehdit eden hoyrat bakışlar…
Öbür yanda kolları, koltuk altları, elleri, arabalarının bagajları poşetler, cepleri parayla dolu olan hoyrat adamlar mahalle aralarında oy niyetine insan onurunı satın alma çabasındaydı. İşgal altında, insan satın alma pazarının adı, Türk tipi demokrasiydi…
Ve Recep Tayyip Erdoğan, Çarşamba günü namlular arasında sıkıştırılmış kalabalığa seslenirken Kürdistan davasını yatırımlara ilmikliyor harcama rakamlarını sıralıyordu.
Ancak, rakamlar 1925’den beri aksamadan, kesintisiz sürdürülen planın harcamalarıydı. Kürdistan’ın bütününde sürdürülen kırıma, yıkım ve yangınlar için, askeri sevkiyata, silah, cephaneye harcanan, savaş yollarına, kışla, karakol, şimdiki adıyla "kalekol"ların inşasına, düşmüş, vicdanı çürümüş Kürtleri ajanlaştırma ücreti, korucu maaşlarıydı. Ama o, Kürdistan, özelde de Ağrı’ya yatırım gibi gösteriyor, bu harcamaları.
Aynı Erdoğan, gözümüzün içine baka baka bir başka yalanı haykırıyor, "inkar ve asimilasyonuna biz son verdik, Kürt kardeşlerim dillerini konuşuyorlar" diyebiliyordu.
Oysa, en irisinden yalandı bu. Onun döneminde oyalamadan başka tek bir ilerleme olmadı, yaşanmadı. Kürtler, dillerini çok önce zulmün ağzından çekip kopardı.
Atatürk, 1924 yılında bir emirnamesiyle, Kürtçe konuşmayı yasaklamıştı. 12 Eylül 1980 darbecileri, 19 Ekim 1983 tarihinde emirnameyi kanun haline getirdiler. 2932 sayılı bu yasada, "Tükçeden başka dillerin, ana dil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması (....) bu dillerle her türlü anlatım araç ve gereçleriyle yayım yapılması yasak" deniliyordu.
Ama, Kürtler terör yasasına aldırmadılar. Öldürüm, işkence ve zindanlara rağmen sedaları, kelimelerini kullanmaya devam ederek, yasağı boşa çıkardılar.
Sonunda, dünyanın yuhaları da Kürtlerin direnişine eklenince, tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar. 12 Nisan 1991 tarihinde, Terörle Mücadele Yasasına eklenen bir cümleyle dil yasağı kaldırıldı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, yasanın yürürlüğe girmesinden hemen sonra televizyonda yaptığı konuşmada, "asimilasyon politikasına son verildi"ğini dünyaya şu sözlerle duyuruyordu:
"Türkiye Cumhuriyeti devleti, şimdiye kadar 10 milyon Kürt kökenli vatandaşına ana dillerini serbestçe kullanma ve yayma hakkı, onlara kültürel kimliklerini açıklama olanağını vermiyordu. İşte biz, şimdi bu yasağı ortadan kaldırıyoruz."
Aynı dönemde, Diyarbakır’a giden Başbakan Demirel, orada "Kürt realitesini kabul ediyoruz" diyerek, Kürt varlığını kabul ettiklerini açıklıyordu.
Demek ki, sözde kalmakla birlikte, nutuklarda dile getirilen "inkar ve asimilasyonu biz kaldırdık" sözü büyük bir yalandı. Ama Erdoğan, hiç sıkılmadan bizleri balık hafızalı yerine koyup, mürekkebi kurumamış arşivleri de yok sayarak yalan konuşabiliyordu.
Onun "bizim dönemimiz" dediği süreçte, insani hiç bir adım atılmadığı gibi asimilasyon eğitim ve öğretim yasağı, inkar da statüsüzlükle berdevamdı. Ayrıca, Özal yasasına rağmen, 12 Eylül'ün ruhuna dönüş amacıyla, Sırrı Sakık’ın "bana bir bardak su verin" demesi dahil duyulan Kürtçe konuşan herkese, kılamın nağmeleri, Q, W, X harflerine ardı arkası kesilmeyen davalar açıldı. Ancak, devlet terörü Kürtleri geriletemeyince, bu konuda da tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar. Fakat, Kürtlerin deyimiyle, "devlet terörüne dair icatlar"ı da hızından kaybetmiyordu. Sokaklarda çocuk avı, cezaevlerinde insanlık utancı, ama sahiplerine yakışan "şeref"le tecavüz vahşetiyle devam etti. 1990’ların katilleri, bu dönemde beraat etmekle de kalmadı, terfiler, makamlarla ödüllendirildi.
12 Eylül rejiminde bile yaşanmamşıyla Roboskî Katliamı, Kenan Evren’in asla ağzına almadığı "kadın da olsa, çocuk da olsa" emrinden sonra ertesi gün aralarında birbuçuk yaşındaki bebekten, 8 yaşındaki Enes, 70 yaşındaki ihtiyara kadar 12 kişinin katli yaşandı.
"Barış süreci" dediği yalanlar dönemecin ise imha amaçlı ölüm kaleleri, sefer yolları inşaa ediliyordu. Kürtleri koruculaştırmaya hız veriliyordu.
Recep Erdoğan, oy dilenciliğine Ağrı’da Kürtlere "kardeşlerim" diye seslenip, Müslüman Kardeşlerin işaretiyle selamılıyordu, O sırada, Müslüman Kardeşlerin türevi olan El Kaide, Rojava’da bebek, çocuk, kadın katlediyordu. Katil çeteler, onun ağzında özgürlük savaşçılarıydı. Tanıklar, katillerin Türkçe konuşanlar olduklarını söylüyor, Erdoğan da vahşinin ayak seslerine karşı dağa çıkan Kürt gençleri hakkında yalan körüğüyle kampanya yürütüyordu.
Mısır’daki çetelerin yasını tutup, selamını veren Erdoğan’ın ağzından, Rojava Katliamını kınayan bir kelime çıktı mı, çıktıysa duyan var mı?
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA GAZETESİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder