27 Aralık 2012 Perşembe

İSMAIL BEŞIKÇI'DEN İBRAHIM GÜÇLÜ'YE MEKTUP


1977 yılı yaz aylarıydı. Komal bürosunda bir arkadaş, "Ağabey sana bir olay anlatayım" diyerek, Ağrı'da bir kahvehanede geçen bir tartışmayı nakletti. Olayı anlatan Rizgari'ye mensup bir arkadaştı. Naklettiği olay da, Özgürlük Yolu'na ve Apocular'a mensup arkadaşların tartışmalarıyla ilgiliydi. Kahvehane kalabalık. İnsanlar gençlerin tartışmalarını dinliyorlar.

Özgürlük Yolu'na mensup arkadaşlar kısaca şöyle söylüyorlar: "Kürdistan bir sömürgedir. Bu durumu halkımıza anlatmalı, kavratmalıyız. Bu konuyla ilgili olarak basın yayın faaliyetlerini, ideolojik ve politik propagandayı, örgütlenmeyi gerçekleştirmeliyiz.." Buna karşı Apocular şöyle söylüyorlar: "...Kürdistan elbette bir sömürgedir. Bunu herkes biliyor. Kürdistan bir sömürgedir. Fakat bunu bilmek yetmez. Bunun gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Biz bunun gereklerini yerine getiriyoruz. Sömürgeci devletle savaşıyoruz. Siz neredesiniz?" Olayı bana anlatan arkadaşın naklettiğine göre, tartışma bu ana eksen etrafında gelişiyor.

İSMAIL BEŞIKÇI'DEN İBRAHIM GÜÇLÜ'YE MEKTUP

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edecek kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

Değerli Kardeşim,

11 Ağustos 1990 tarihli mektubunu aldığımı, uzunca bir cevap yazmayı düşündüğümü, bunun biraz zaman alacağını daha önce belirtmiştim. Şimdi bu cevabı yazmaya çalışıyorum

1. İnsanların düşüncelerindeki doğal gelişmelerden rahatsız olmamak gerekir. Benim 1960'lı yılların sonlarında Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla ilişkilerim nasıl geliştiyse, bugün PKK ile ilişkilerim de öyle gelişmektedir. Bu doğal bir gelişmedir. Aynı şekilde düşünen, aynı şeyleri hisseden, olaylar karşısındaki tavır ve davranışları birbirine benzeyen insanların zaman içinde, belirli mekanlarda karşılaşmamaları mümkün değildir. Bu karşılaşma her zaman maddi olarak gerçekleşmeyebilir. Bir derginin, bir gazetenin sayfalarında da insanlar karşılaşabilir ve aynı şeyleri düşündüklerini hissedebilirler.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla ilişkilerimin zaman içerisinde, çok doğal bir ortamda geliştiğini sizler çok iyi biliyorsunuz. Bir gün (1970 yılı başları olmalı) Ankara'da, Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın, Ziya Gökalp Caddesi'ndeki bürosuna gitmiştim. 1974'ten sonra "Dinleme Kıraathanesi" yapılan büroya. Kapıyı, 1963-1964 yıllarında, Bitlis'te askerlik yaparken tanıdığım bir arkadaş açtı. Bu karşılaşma beni çok mutlu etmişti. Kendisi o zaman öğrenciydi, ağabeyi benimle beraber aynı birlikte askerdi. Ondan sonra DDKO'ya daha rahat gelmeye başladım.

‘İSMAİL BEŞİKÇİ MALUM ETNİK GRUP SENİ KANDIRIYOR’!

Sizlerin de hatırlayabileceğiniz bir olayı anlatayım. Yıl 1972, Diyarbakır'da Doğu Duruşmaları sürüyor. 9-10 Mart günlerinde yapılan duruşmalarda, benimle ilgili davada, muhbir-tanık Prof. Dr. Kemal Bıyıkoğlu, muhbir-tanık Prof. Dr. Orhan Türdoğan, muhbir-tanık Prof. Dr Şaban Karataş, muhbir-tanık Asistan Dr. Erol Kozak, muhbir-tanık Prof. Dr. Mithat Torunoğlu, mahkeme huzurunda dinlendiler. Bu muhbir tanıklardan Asistan Dr. Erol İbrahim Kozak, daha sonra bana, Erzurum'dan bir mektup göndermişti. 25 Mart 1972 tarihini taşıyan bir mektup. Bu mektup Kemal tarafından yayınlanan, "Bilimsel Yöntem, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum İlkeleri Açısından İsmail Beşikçi Davası l" (Ankara 1975) isimli kitapta yayınlandı, (s. 194-198)

Bu mektubu koğuşta hep beraber okumuştuk. Bazen gülerek, bazen burkularak, bazen öfkelenerek. Bu mektubunda muhbir-tanık Dr, Asistan İbrahim Erol Kozak kısaca şunları söylüyordu: "...İsmail Beşikçi, malum etnik grup seni kandırıyor. Seni posanı çıkarıncaya kadar kullanacaklar, ondan sonra da seni çöp tenekesine atacaklar. Duruşmalardan sonra ben senin avukatlarından birinin konuşmalarına tanık oldum. Sen onların umurlarında bile değilsin. Onlar kendi keyfinde... Senden elbette yararlanacaklar. Seni ciddi bir şekilde savunmaları bile söz konusu değil. Senin zayıf bir kişiliğin var. Bu bakımdan çok kolay ve çabuk bir biçimde etki altında kalıyorsun. Fakat nefis muhasebesi yapmak suretiyle düştüğün gafletten ve çukurdan kurtulabilirsin..." vs.

Bu, aslında uzun bir mektup. Yukarıda sözünü ettiğim kitapta tamamı yayınlandı. Burada çok küçük bir özeti verilmeye çalışıldı. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: 1960'lı yıl¬ların sonlarında ve 1970'li yılların başlarında, birtakım Türkler, Kürtlerin beni kandırdıklarını, kullandıklarını, işleri bittikten sonra da bir köşeye atacaklarını söylüyorlardı. 1980'li yılların sonlarında ve 1990'lı yılların başlarında ise, bir kısım Kürtler, Kürt arkadaşlar, PKK'nin beni kandırdığını, etki altına aldığını, kullandığını, posamı çıkarıncaya kadar kullandıktan sonra kağıt mendil gibi çöp tenekesine atacağını söylüyor.

‘İBRAHİM BUNLARI SADECE SEN SÖYLEMİYORSUN’

Sevgili İbrahim, bunları sadece sen söylemiyorsun. Pek çok arkadaş gerek sözlü açıklamalarında, gerek yazılı açıklamalarında, mektuplarında benzer düşüncelerini ve duygularını ifade ettiler. 1960'lı yılların ortalarından itibaren bu tür açıklamalar yapan Türkler, Kürdistan'da yeşeren, yeni yeni filizlenmeye başlayan Kürt ulusal hareketine karşıydılar. Burada sağcı Türkler, solcu Türkler diye bir ayrım yapmayı da gereksiz görüyorum. Her iki kategorinin düşünceleri ve duyguları aşağı yukarı aynıydı. Bugün ise, bu tür düşünceleri ve duyguları, beni çok yakından tanıması gereken bir kısım Kürd arkadaşlar ifade ediyor. Bu arkadaşların PKK'nin düşüncesine ve eylemine karşı olduklarını yakından biliyorum. Fakat bana karşı 1960'lı yıllarda, özellikle bu yılların sonlarında ve bugün yapılan değerlendirmelerin ve suçlamaların aynı olduğunu, içeriğinin değişmediğini belirtmek durumundayım. 1980'li yılların sonlarında ve 1990'lı yılların başlarında bir kısım Kürd arkadaşların değerlendirmelerinin ve suçlamalarının, 20-25 yıl önce yapılan, bazı Türkler'in değerlendirmelerine ve suçlamalarına benzemesi, Kürdistan için, hepimiz için bir talihsizliktir.

Yukarıda muhbir-tanık Asistan Dr. (şimdi profesör) İbrahim Erol Kozak'ın mektubundan söz etmiştim. Sana bu cevabı yazarken o mektubu bir kere daha inceledim. Bu tür yazıların bizler için genellikle iki boyutu oluyor. Kürt sorununu nasıl kavrıyor? Bilim yöntemini nasıl kavrıyor? O kişiye mahkemede, muhbir-tanık olarak dinlenirken bir soru sormuştum. Soru şöyle: "Muhbir-tanık Asistan Dr. İbrahim Erol Kozak'la uzun süre aynı odada oturduk. Bu odaya başka asistan arkadaşlar ve öğrenciler de gelirdi. Çeşitli konuşmalar olurdu. Muhbir-tanık bu konuşmalara, tartışmalara hiç katılmazdı. Halbuki sıkıyönetim komutanlıklarına uzun uzun ihbar dilekçeleri yazmış. Şimdi de mahkemede konuşuyor. Halbuki bu tür konuların konuşulması, tartışılması gereken yerler üniversite kürsüleridir, sıkıyönetim mahkemeleri değil... Muhbir-tanık Dr. Asistan Erol Kozak bu konuları o zaman neden konuşmamış, tartışmamış, düşüncelerini neden açıklamamış, biz uzun süre aynı odada, birlikte oturduk?.." Bu soruya muhbir-tanık cevap vermemiş, fakat mektubunda cevap veriyor Şunu söylüyor: "...Bu Türk milletinin, Türk devletinin bütünlüğü ile ilgili bir konudur. Bu konuda tartışma açılmaz. Bilim bu konuya alet edilemez. Bu sorunlar fikri tartışmayla değil, kurşun kurşuna halledilir."

Muhbir-tanık mektubunda bunları etraflı bir şekilde anlatmış. Mektup bu yönlerden çok ilgi çekici. Hem Kürd sorununun hem de bilim yönteminin kavranışı açısından ilgi çekici. Türk üniversitesinde yükselmenin yollarını da gösteriyor. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim. Komal'ın yayınladığı "İsmail Beşikçi Davası'nın ikincisini de yayınlamayı düşünüyoruz. İkinci kitapta sadece sıkıyönetim mahkemesinin gerekçeli kararı yer alacak. Gerekçeli karar 129 sayfa.

Bu konuda kısaca şunu ifade etmek istiyorum. Siyasal hareketlerin, ulusal kurtuluş güçlerinin, bazı insanları, araştırmacıları kullanması... biçiminde yapılan saptamalar doğru değildir, yanıltıcıdır. Benzer düşüncede olanlar, benzer uygulamaları ve benzer heyecanları taşıyanlar, olaylar karşısındaki tavır ve davranışları birbirine benzeyenler... zaman içerisinde birbirleriyle karşılaşıyorlar, Bir dostluk ve arkadaşlık gelişiyor, ilerliyor. Böyle değerlendirmek daha doğrudur, gerçeğe uygundur.

2. Bana yapılan uyarmalardan biri de şöyle: Sen uzun seneler hapiste kaldın. Bu süreler içinde, PKK seninle hiç ilgilenmedi. Seni küçük gördü. Kitaplarının dağıtımını engelledi. Fakat sen PKK'den söz etmeye başlayınca sana sahip çıkmaya başladı...vs. Bu uyarmalarda da bazı anlayış ve kavrayış hataları var. Bir kere, "Apocular"ın, PKK'nin, Kürdistan'la ilgili incelemeler yapan, Kürd toplumunu izlemeye ve gözlemeye çalışan herhangi bir kişinin, bir araştırmacının dikkatini ve ilgisini çekmemesi mümkün değildir. Bu bakımdan Kürd toplumunun, özellikle Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişimi içinde PKK'yi değerlendirmek, yerli yerine koymak önemli bir görev olarak çıkmaktadır.

Öte yandan, Kürd toplumu, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan ırkçı ve sömürgeci devletler tarafından bilinçli bir şekilde, hesaplı, kitaplı politikalarla bilgisiz bırakılmış bir toplumdur. Kürdlerin bilime, bilgiye ihtiyaçları çok büyüktür. Bu durumda, bütün Kürdlerin, Kürd siyasal hareketlerinin, Kürdistan'la ilgili incelemelerin gelişmesini teşvik etmeleri, bunun için uygun bir ortamın hazırlanmasına katkıda bulunmaları gerekir. Bu incelemeleri ve araştırmaları yapanlar kim olursa olsun, hangi kuruma mensup olursa olsun Kürdler bu özeni ve dikkati göstermelidirler. Bütün bunlara rağmen, herhangi bir araştırmacıya ilgi duymuyordu diye, onu küçümsüyordu vs. diye PKK'yi eleştirmek, o araştırmacıyı uyarmak doğru değildir. Ayrıca bunların bana anlatılması da doğru değildir.

‘DEVRİMCİ DOĞU KÜLTÜR OCAKLARI KÜÇÜK BURJUVALARIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN KURULMUYOR’

Söz buraya gelmişken bir anımı anlatmayı gerekli görüyorum. Sen de kolayca hatırlayacaksın. Yıl 1971, Diyarbakır. Seyrantepe'den Dicle kıyısındaki gözaltı koğuşlarına getirilmişiz. 12 Aralık'tan, yani Devrimci Doğu Kültür Ocakları duruşmalarının başlamasından çok kısa bir zaman önce... Avukatlar, Şerafettin ağabey, Gülfer, mahkemedeki dosyalardan fotokopiler getiriyorlardı. Güller, maydanoz, marul, soğan, domates yığınları arasında bu tür fotokopileri de getiriyordu. Bir gün Şerafettin Ağabey yine bir tomar fotokopi getirdi. Fotokopiler, Devrimci Doğu Kültür Ocakları davası ile ilgiliydi. DDKO'nun gerek kuruluş çalışmaları, gerek faaliyetleri MİT tarafından banda alınmış. Fotokopiler, kuruluş çalışmalarına ilişkin tartışmaların çözümlerini içeriyor. Avukatlar o günden önce de bu tür fotokopiler getirmişlerdi. Ben bunları ilgiyle, dikkatle okuyordum. Şerafettin ağabeyin o gün getirdiklerini de okumaya başladım. Yemekhanenin en dip tarafında, bizim masada okuyordum. Okumayı sürdürürken, belirli bir yerde gözüm faltaşı gibi açıldı. Tüylerim ürperdi, sarsıldım. Zira benden söz ediyordu. Birkaç kişi benimle ilgili tartışma; daha doğrusu dedikodu yapıyorlardı. Bu tür konuşmalar farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda birkaç kere yapılmış. 1969 yılının sonları, 1970 yılının başları. Konuşmaların yapıldığı mekanların bir kısmı ev, bir kısmı üniversite binaları. Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın kuruluşu için hazırlık çalışmaları yapılıyor.

Benimle ilgili konuşmaları kısaca anlatmaya çalışayım. Bir arkadaş şöyle söylüyor: "...Erzurum Atatürk Üniversitesinde bir kişi var. Kürtlerle ilgili çalışmalar yapıyor. Bu yüzden üniversite ona baskı uyguluyor, çalışmalarını engellemeye çalışıyor. Biz bu arkadaşı yalnız bırak¬mayalım. O'nun yanında olduğu¬muzu, çalışmalarını desteklediğimizi açıklayalım..." Bu öneriye karşı başka bir arkadaş, biraz da öfkeyle karşılık veriyor: "İsmail Beşikçi kimmiş? Muhakkak eşeğin biridir. Biz böyle bir kişiyi tanımıyoruz. Türklerden adam çıkmaz. Çalışmaları da bizi ilgilendirmez. Destek de olmayız. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, küçük burjuvaların sorunlarını çözümlemek için kurulmuyor."

İlk öneriyi sunan arkadaş Erzurumlu, beni yakından tanıyor. Zaman zaman üniversitedeki odada ziyarete geliyordu. Önerisinde ısrar ediyor. "Bu arkadaş Türk, Çorumlu. Üniversite baskısını durmadan arttırıyor. Bu arkadaşı yalnız bırakmamak gerekiyor... "Bu arada başka bir arkadaş da, "...olayı ciddi bir şekilde inceleyelim" falan diyor. Fakat bu öneriye karşı çıkan arkadaş da epey katı. "Türklerden adam çıkmaz, Çorum'dan adam çıkmaz, Kürtlerle ilgili incelemeler falan olmaz. O kitapları yazan olsa olsa eşeğin tekidir, biz kendi işimize bakalım..." Konuşmalar böyle sürüp gidiyor.

Bu olayı hatırladığını sanıyorum. Bu fotokopileri okuduktan sonra arkadaşlara sitem etmiştim. "Tanımadığınız, kitaplarını okumadığınız, bilmediğiniz bir kişiye neden eşeğin teki diyorsunuz" diyerek. Kaldı ki benim o zamana kadar, Kürt toplumuyla ilgili olarak yayınlanmış epey çalışmalarım vardı. Bu konuşmaların 1969 yılının sonlarında, 1970 yılının başlarında yapıldığını yukarıda belirtmiştim. Sözünü ettiğim çalışmalar ise, 1960'lı yıllar dikkate alındığında önemli sayılabilecek çalışmalardı. "Göçebe Alikan Aşireti" isimli çalışma 1965 yılından beri sürüyordu. 1967'de "Doğu Anadolu'daki Göçebe Kürt Aşi-retlerinde Toplumsal Değişme" isimli yazılar yayınlandı." Bu yazılar Forum Dergisi'nde yayınlandı. 1968'de "Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunlar Göçebe Alikan Aşireti" isimli çalışmam yayınlandı. 1969'da "Doğu Anadolunun Düzeni Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temel l" isimli kitap yayınlandı. Ayrıca yine bu yıllar içinde Forum Dergisi'nde, Ant Dergisi'nde, Akşam Gazetesi'nde "Doğu"ya ilişkin çeşitli yazılar yayın¬lanmıştı.

Fakat bunları, yani hakkımda söylenenleri büyütmenin de hiç gereği yoktur. Nitekim benim, Devrimci Doğu Kültür Ocakları'yla, arkadaşlarla ne kadar sıkı bir dost olduğumu sen yakından biliyorsun. Çünkü insanlar benzer şeyleri düşündükleri zaman bir araya geliyorlar, birbirleriyle ilişki kuruyorlar. Bu ilişki daha sağlıklı, daha kalıcı oluyor. PKK'yi, falanca yazara zamanında neden ilgi göstermedi, sahip çıkmadı diye... eleştirmek doğru değildir. Fakat PKK'den, Kürdistan'la ilgili olarak yapılan incelemeleri izlemesi, incelemesi, eleştirmesi istenmelidir. Kürdistan'la ilgili olarak yapılan araştırma ve inceleme ortamının hazırlanmasına katkıda bulunması istenmelidir. "Sahip çıkmak" sözü de, niyetleri, düşünceleri ve duyguları açıklayıcı bir deyim değildir. Örneğin, Kürd halkı kendine sahip çıktığı zaman, o araştırmacılara zaten "sahip çıkmış" demektir. Kürdlerin kendi kendilerine sahip çıkmaları, kendi özlerine dönmeleri sürecinde PKK'nin çok büyük bir rolü olduğu inkâr edilemez.

‘BEŞİKÇİ GELSİN KENDİSİ SAYSIN, DEVRİMCİLERİN BUNA VAKTİ YOK’

İlgi konusunda bir olayı daha hatırlatmada yarar vardır. Sen de kolayca hatırlayacaksın. 1974 yılının sonları. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin karşısında Devrimci Halk Kültür Derneği vardı. Bu derneğe mensup Kürd arkadaşlar bir gün bana geldiler. O zaman Yeni Mahalle'de oturuyorduk. Kürd toplumunun bugünkü yapısına ilişkin araştırmalar yapmayı düşündüklerini söylediler. Örneğin kapitalist ilişkiler "Doğu"da nasıl gelişiyordu? vs. Bu araştırma için yardımcı olmamı istediler. Yardımcı olup olmayacağımı sordular. "Bu konuyla ilgili yazılı projeniz varsa onu okuyabilirim, eleştirebilirim" dedim. Örneğin, bu araştırma neden yapılıyor, temel varsayımlar nedir, bu konuda yapılan başka araştırmalar var mı, onlar ihtiyacı neden karşılamıyor vs. Daha sonra arkadaşlar bir projeyle geldiler. Proje üzerinde uzun çalışmalarımız, tartışmalarımız oldu. Projeyi geliştirdik.

Geniş bir soru kağıdı hazırladık. , Soru kağıdı Komal'da hazırlandı, çoğaltıldı. 500'e yakın idi. Bu soru kağıtlarını bazı arkadaşlar aracılığıyla Kürdistan'a gönderdik. Artık 1975 yılının yaz aylarıydı. Her ile belirli bir soru kağıdı gönderdik. Bir, bir buçuk ay içerisinde cevaplar gelir diye düşünüyordum. Soru kağıtları ilk olarak Urfa'dan geri döndü. 55 civarındaki soru kağıdının tamamı geri gönderilmiş, hiçbir işlem yapılmamıştı. Paket açılmamış bile. Soru kağıtları köylülere vs. dağıtılmamış, gönderildiği gibi geri gelmiş. Yalnız paket üzerine bir not iliştirilmiş. Not, yırtık, kötü bir kağıda yazılmış. Şöyle yazıyor: "Biz devrimciyiz. Biz düşmanın topunu, tankını, uçaklarını sayarız. Köylülerin kağnısını, karasabanını, öküzünü, kimin toprağa sahip olduğunu, kimin olmadığını, Beşikçi gelsin kendisi saysın, devrimcilerin bunlara vakti yok..."vs. Bu şaşırtıcı, iç burkutucu bir cevaptı. Arkadaşlara bu paketi kimin getirdiğini sordum. Getireni bilmiyorlar, "Bir solukta bırakıp gitti" diyorlar. Not üzerinde de isim, imza hiç bir şey yok. Bu, aslında, benim araştırmam değildi. Benim başka planlarım, projelerim vardı, onlarla ilgili olarak çalışıyordum. Arkadaşların ricaları üzerine, onlara yardım için bir teşebbüse katılmıştım.

Birkaç gün sonra, Mardin'den, Siirt'ten, Van'dan, başka yerlerden de soru kağıtları döndü. Onlar da aynen gönderildiği gibi döndüler. Paketler açılmamış bile. Benzer notlar onlarda da var. "Biz devrimciyiz, düşmanın tankını, topunu, uçağını sayarız, öküzü, karasabanı, toprağı Beşikçi gelsin, kendi saysın." Bazı yerlerde de soru kağıtları hiç gelmedi. Araştırma sabote edilmişti.

Arkadaşlara araştırmanın neden sabote edildiğini, bunları kimin yaptığını sordum. Bilmiyoruz, diyorlardı. Bir müddet sonra bu araştırmayı "Apocular" engelledi demeye başladılar. "Bu arkadaşlarla konuşalım" vs. diyordum. Fakat böyle bir olanağa sahip olmadım. Çeşitli cezaevlerinde özellikle Kürd arkadaşlarla bu konuyu konuşuyordum. Bu araştırmadan söz ediyordum. Bu araştırmanın engellenmesi konusunda bilgisinin olup olmadığını soruyordum. Pek sağlıklı bir cevap alamıyordum. Bu konuyu, 1985'de Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ndeki PKK'li arkadaşlarla konuştum. Arkadaşlardan biri bu araştırmanın engellenmesinden haberi olduğunu söyledi. Kendi bölgesinde, Urfa'da, bu engellemenin nasıl yapıldığını açıkladı. Şimdi ben de biliyorum. Bu engellemeyi PKK yapmadı, hiçbir ilgisi yok. Başka bir grup yaptı. Bunu da büyütmemek gerekir, önemli değil. Bugün o grubun militanlarının çok büyük bir kısmının PKK'de olduğunu da biliyoruz.

PKK’YE İLİŞKİN İLK BİLGİ

3. Yukarıda düşünce yapısındaki doğal gelişmelerden söz ettim. Burada, PKK ile ilgili ilk bilgilere nasıl sahip olduğumu belirtmeye çalışacağım.

a) 1976-1977 yıllarında Apoculardan, Apocu hareketten söz ediliyordu. Kürd arkadaşlardan bu sözcükleri sık sık duyardım. Türk basınında, bir kısım sosyalist basında, bu grup ile ilgili suçlayıcı haberler görürdüm. Arkadaşlara sık sık "Bu grup kendini nasıl ifade ediyor, bildirileri, broşürleri yok mu?" diye soruyordum. Çoğaltılmış bazı yazılarının olduğunu, fakat bunların ancak kendi üyeleri ve sempatizanlarının arasında dolaştırıldığını söylüyorlardı. Bu grubun Kürdistan'ı sömürge kabul ettiği vurgulanıyordu.

1977 yılı yaz aylarıydı. Komal bürosunda bir arkadaş, "Ağabey sana bir olay anlatayım" diyerek, Ağrı'da bir kahvehanede geçen bir tartışmayı nakletti. Olayı anlatan Rizgari'ye mensup bir arkadaştı. Naklettiği olay da, Özgürlük Yolu'na ve Apocular'a mensup arkadaşların tartışmalarıyla ilgiliydi. Kahvehane kalabalık. İnsanlar gençlerin tartışmalarını dinliyorlar. Özgürlük Yolu'na mensup arkadaşlar kısaca şöyle söylüyorlar: "Kürdistan bir sömürgedir. Bu durumu halkımıza anlatmalı, kavratmalıyız. Bu konuyla ilgili olarak basın yayın faaliyetlerini, ideolojik ve politik propagandayı, örgütlenmeyi gerçekleştirmeliyiz.." Buna karşı Apocular şöyle söylüyorlar: "...Kürdistan elbette bir sömürgedir. Bunu herkes biliyor. Kürdistan bir sömürgedir. Fakat bunu bilmek yetmez. Bunun gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Biz bunun gereklerini yerine getiriyoruz. Sömürgeci devletle savaşıyoruz. Siz neredesiniz?" Olayı bana anlatan arkadaşın naklettiğine göre, tartışma bu ana eksen etrafında gelişiyor.

Benim için, PKK'nin düşüncesine ve eylemine ilişkin ilk sağlıklı bilginin bu olduğunu sanıyorum. Bu, benim için çarpıcı bir bilgiydi. Bu bilgi beni o zamanlar hep etkiledi ve düşündürdü. Böyle bir sözü ilk defa duyuyordum. Böyle bir tavır ve davranıştan ilk defa haberdar oluyordum. Gerçi bazı Kürd siyasal partileri, Kürd siyasal akımları buna benzer saptamalar yapmışlardı. Örneğin Rizgari Dergisi birinci sayısında böyle bir program açıklamıştı. Fakat, somut olarak, o günlerde sürdürülen bir tavır ve davranışın varlığını ilk defa öğreniyordum. Bu tartışmayı bana nakleden arkadaş da, bu tavrı takdir ederek biraz da gıpta ederek anlatıyordu. "...Apocular, böyle böyle söylediler, herkes parmağını ısırdı" diyordu. "Kürdistan elbette sömürgedir, bunu bilmek yetmez, bunun gereklerini de yerine getirmek gerekir. Sömürgeci devletle savaşmak gerekir. Biz savaşıyoruz. Siz neredesiniz?"'sözlerinde savaş cephesine çağrı anlamı vardı.

b) Apocular hakkında, bölük-pörçük bilgilere daha sonraki yıllarda da sahip oldum. Fakat, bütün çabalarıma rağmen Apocuların görüşlerini içeren herhangi bir broşür, bildiri veya herhangi bir yayını görmedim, göremedim. Arkadaşlar, arıyoruz, bulduk, getireceğiz vs. diyorlardı, fakat bir türlü getiremiyorlardı. 1977-1978 yıllarında Türk solunun bazı gruplarıyla Apocular arasında, Kürd solunun bazı gruplarıyla Apocular arasında önemli çatışmalar oldu. Dersim'de ve Kürdistan'ın öteki merkezlerinde. Hilvan'da, Siverek'te, Viranşehir'de, Süleymanlar ve Bucaklarla Apocular arasında önemli çatışmalar oldu. Basında, Ceylanpınar'da yerel yönetimin Apocuların eline geçtiğine dair haberler yer alıyordu. Başbakan Süleyman Demirel'in Apoculardan şikâyetçi olan beyanları sık sık yer alıyordu. Süleyman Demirel Apocular'ı Cumhurbaşkanı'na, Genelkurmay Başkanı'na ve Milli Güvenlik Kurulu'na şikâyet ediyordu. Bu arada, Batman'da Edip Solmaz, bağımsız belediye başkanı olarak seçilmişti. Edip Solmaz'ın Belediye Başkanı seçilmesinde, Apocuların çok büyük rolü olduğu, hatta, Edip Solmaz'ın Apocular'ın adayı olduğu söyleniyordu. Apocular özellikle Urfa'da faşistlerle çok yoğun çatışmalara girdiler. Urfa'yı faşistlerden temizlediler. 1979 yılının ortalarından itibaren Apocular'a ilişkin geniş tutuklamalar oldu. 1979 yılı sonlarında tutuklamalar yaygınlaştı. Örneğin, Siverek'de, Viranşehir'de, Hilvan'da vs. 250 kişi, 80 kişi, 60 kişi gözaltına alınıyordu. Apocular'a karşı devlet baskısı 1980 yılında artarak sürdü. Bütün bu operasyonlar ve operasyonlara ilişkin haberler Apocu hareket hakkında bölük-pörçük bilgiler veriyordu. Örneğin, Apocular'a kitlesel katılım, katılanların sınıfsal yapısı düşündürücüydü. Bütün bunlara rağmen, Apocular'ın kendilerini nasıl ifade ettiklerini henüz bilmiyordum. Bildirilerini, broşürlerini, her hangi bir yazılarını görme olanağım olmadı. 12 Eylül geldi.

c) 1981 yılında, 23 Şubat-12 Nisan tarihleri arasında, Kaynarca Cezaevi'nde kaldım. Kaynarca, Sakarya iline bağlı küçük bir ilçe. 12 Eylül rejimi, yaptırımlarını bilinçli ve kararlı bir şekilde sürdürüyor. Gazeteler, radyo, televizyon tam anlamıyla 12 Eylül rejiminin denetiminde. Devrimcileri, Kürdleri kötüleyen, küçük düşüren programlar arka arkaya yayınlanıyor.

DİKKAT ÇEKEN BİR ÖRNEK

Kaynarca Cezaevi çok küçük bir cezaeviydi. 4 koğuşu vardı. Normal olarak 24 kişilik kapasitesi vardı. Koğuşların ikisi dörder, ikisi sekizer kişilikti. 24 kişilik bu cezaevinde 70'e yakın insan kalıyordu. Ben dört kişilik koğuştaydım. 12 kişi kalıyorduk. Cezaevinde tek siyasal mahkum bendim. Koğuşta değil yatacak, yatağını serecek, oturacak yer bile yok. Bu kalabalığın dışında, gardiyanlar da sık sık bizim koğuşa geliyorlar, uzun süre saatler boyunca bizim koğuşta kalıyorlar. Koğuşta teyp var, fakat radyo ve televizyon yok. Radyo ve televizyon başka koğuşlarda var. Bir gün gardiyanlardan biri heyecanla koğuşa gelerek televizyonda izlediği bir programı anlattı. PKK ile ilgili bir program, PKK'yi olağanüstü derecede kötüleyen, olayları bilinçli bir şekilde mübalağa eden, çarpıtan bir program. "...Anarşistler yakaladıkları insanları sorguya çekiyorlarmış, mahkeme kurmuşlar, insanların kulaklarını kesiyorlarmış. Bazı insanların gözlerini çıkarıyorlar, bazılarının burunlarını koparmışlar... İnsanlara çok büyük eziyet ve işkence yapıyorlarmış... Allahtan ordu iktidara geldi de bu vahşeti önledi. Bunlar işi öyle azıtmışlar ki, analarına, babalarına, yakınlarına eziyet edenler bile var¬mış... Biz bu uğurda yakınlarımızı bile feda ederiz diyorlarmış... vs." PKK'dan şikayetçi olan insanların konuştuklarını, çeşitli görüntülerinin de uzun uzun ekrana getirildiğini söylüyordu. Suçlamalar böyle sürüp gidiyor, tekrar tekrar anlatılıyor.

Burada dikkati çeken bir durum var. "…Bu uğurda yakınlarını bile feda ediyorlarmış." Türk televizyo¬nunun olayları mübalağa ettiği, çarpıttığı büyük bir gerçek. Gardiyanın anlatımları kuşkusuz bunu daha da çarpıtıyor. Fakat "…bu uğurda yakın¬larımızı bile feda ederiz" ifadesini de kurcalamak gerekiyor. Kanımca, bu, aslında Kürtler için yeni bir değerdir. Aileden, aşiretten, akrabalardan daha önemli değerler vardır. Ulus, vatan böyle değerlerdir. Ulusun ve vatanın özgür olmadığı durumlarda aile kurumunun özgür olması, akrabalık ilişkilerinin bir değer ifade etmesi de olası değildir.

Gerek televizyonun sözü edilen programı, gerek onu nakletmeye çalışan gardiyan kuşkusuz böyle şeyler söylemiyor. Fakat anlatamadıklarından, satır aralarından bunları çıkarmak da mümkündür. İşte bu anlatımlar bende, PKK'nın düşünceleri ve eylemiyle ilgili olarak bazı bilgilerin oluşmasına neden oldu. PKK'nin düşüncesi ve eylemiyle ilgili olarak elde edebildiğim somut bilgilerden birisinin de bunlar olduğunu söyleyebilirim.

1982'yi, 1983'e bağlayan yılbaşında Çanakkale Cezaevi'ndeydim. D-8 koğuşunda kalıyordum. İdareyle siyasal mahkumların arası iyi değildi. Gergindi. Buna rağmen yılbaşı gecesi, başka koğuşlardan bizim koğuşa ziyaret yapılmasına idare izin vermişti. Bizim koğuşta televizyon vardı. O koğuşlarda ise yoktu. Misafir arkadaşlar arasında, PKK'li olduğunu öğrendiğim bir arkadaşla tanıştım. O çok kalabalık ve gürültülü gecede, ancak bir iki satır konuşabilmiştik. Ona yukarıda kısaca anlattığım televizyon programından söz ettim. "Sen de o tür propagandalara inanıyor musun?" demişti. Bu arkadaşı daha sonra ne Çanakkale Cezaevi'nde ne başka cezaevlerinde görmedim.

PKK YAYGIN ÖRGÜTLEMEYİ NASIL BAŞARDI?

d) 15 Ağustos 1984'e kadar, PKK ile ilgili, yine bölük-pörçük bazı bilgiler sahibi oldum sayılır. Bunlar daha çok Türk devletinin ve hükümetinin suçlamalarından oluşuyordu. Bu suçlamaların satır aralarını, önünü ve arkasını düşündüğünüz zaman PKK ile ilgili bazı sonuçlar çıkarabiliyordunuz. PKK ile ilgili sağlıklı bilgilere ulaşmak benim için önü alınmaz bir istek haline gelmişti. PKK'nin Kürdistan'da yaygın bir örgüt olduğu hemen anlaşılıyordu. Örneğin PKK, Kars'tan Gaziantep'e, Hakkari'den Diyarbekır’e, Van'dan Dersim’e kadar her yerde var. Kürdistan'ın hemen hemen her alanında var. Nicelik olarak da kalabalık. Bunları sıkıyönetim komutanlıklarının hazırladıkları iddianamelerden çıkarıyorum. Örneğin Mardin grubu hakkında bin kişiyi içeren bir iddianame hazırlanıyor. Urfa grubu, Siirt grubu vs. bin kişilik, 600-700 kişilik iddianameler hazırlanıyor. Yine iddianamelerin basına ve televizyona yansıyan kısımlarından öğrendiğimize göre, PKK, Kürt toplumunun çeşitli sınıf ve tabakaları ara¬sında örgütlü, öğrenciler yanında işçiler, köylüler var, çeşitli serbest meslek sahipleri var. Kadınlar var. Bütün bunların dışında, PKK'de Türk kökenli devrimciler var. Bu durumda insan ister istemez düşünüyor. PKK Kürdistan alanında bu kadar geniş ve yaygın bir örgütlenmeyi nasıl başarabildi? PKK Kürt toplumunun çeşitli sınıf ve katmanları arasında, derinliğine bir örgütlülüğü nasıl geliştirebildi? Kadınlar örgüte nasıl katılabildiler? Öteki Kürt örgütleri, gerek mekanda, gerek toplumsal sınıflar arasında böyle bir yaygınlaşmayı ve derinleşmeyi neden başarmadılar? PKK bunu nasıl başardı? Ben bu soruları kendi kendimle sürekli tartışıyordum. Bu bakımdan PKK'nın kendini nasıl ifade ettiğini öğrenmek benim için çok önemli oluyordu. Bu arada, Türk basınından, PKK'nin Serxwebûn ve Berxwedan isimli dergiler yayınladığını öğrenebilmiştim.

İLK KURŞUN TEORİSİ

15 Ağustos 1984 Atılımı'nı, PKK'nin kendi kendini ifade etmesinin en güzel yolu olarak değerlendirmek mümkündür. 15 Ağustos Atılımı'nın bizzat kendisi, PKK'nin düşünce ve eylemini en açık ve en sağlıklı bir şekilde gösteren bir olaydır. Ben o zaman Çanakkale cezaevindeydim. D-9 Koğuşunda kalıyordum, burası 72 kişilik büyük bir koğuştur. O zaman Türk televizyonu, Türk gazeteleri, "... Kuşatıldılar, kıstırıldılar, kaçıyorlar, yakalanacaklar, yakalanma¬ları an meselesi..." gibi haberler yayınlıyorlardı. Biz bunun vur-kaç eylemi olmadığını, kalıcı bir eylem olduğunu, Kürtlerin mücadelesinde yeni bir eylem olduğunu fark etmekte gecikmedik. Ekim ayı sonlarında, koğuşta üç gün arka arkaya süren bir toplantı düzenlemiştik. Kürdistan sorununu ve bu bağlamda 15 Ağustos Atılımı'nı tartışıyorduk. "İlk kurşun teorisi" ilk kez bu toplantılarda konuşuldu, PKK ile ilgili olarak.

e) Bundan sonra PKK hakkındaki bilgilerim yine Türk televizyonu ve Türk gazetelerinin verdiği bilgilerdi. O bilgilerin satır aralıklarını değerlendirerek, o bilgilerin öncesini ve sonrasını kurmaya çalışarak PKK'yi anlamaya gayret ediyordum.

1986 yılı Ekim ayında Milliyet gazetesi Haftaya Bakış isimli bir ilave vermeye başladı. Bu ilavenin genel yayın müdürü Mehmet Ali Kışlalı idi. Bu ilavenin 30 Kasım-6 Aralık 1986 tarihli 7. sayısında iti¬rafçılardan Şahin Dönmez ile yapıl¬mış bir röportaj vardı. Röportajı Serdar Can yapmıştı. İtirafçı Şahin Dönmez, PKK'yi, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı karalamak ve kötülemek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat Şahin Dönmez'in söyledikleri benim çok ilgimi ve dikkatimi çekti. Bu anlatımlarda PKK'nin düşüncesine ve eylemine ilişkin çok önemli bilgiler gizliydi. İtirafçı Şahin Dönmez, "Kürtlerin devlet kurma hakkına dayalı bölge-halkının tepkisi ne oldu?" sorusuna şu karşılığı veriyor: "Benim yakalandığım 1979 Mayıs'ına kadar, böyle bir hareketi geliştirme, bu yönde mücadele verme, destek sağlama eğilimi yoktu. Hatta PKK'nin yayın organı Serxwebûn bile bunu itiraf etmiş, 'bugün kendine ihanet etmemiş hemen tek fert kalmamıştır' diye yazmıştır. Yani PKK'ya göre, doğu ve güneydoğu, Kürdistan, orada yaşayanlar Kürt halkı, servet sahibi olanlar hain, halk teslimiyetçi, gençlik Türk sömürgeci eğitiminin cenderesinde asimile olmuş, uşaklaşmış, yani herkes ihanet etmiş, teslim olmuş. Oysa dünyanın hiç bir yerinde ulusal kurtuluş mücadelesi veren hareketin ve önder kadroların böyle bir tespiti yoktur. Örneğin Mustafa Kemal, halkın gücüne güvenip, bu temelde ulusal kurtuluş savaşı gerçekleştirmiştir." (s. 21)

İtirafçı Şahin Dönmez bunları, PKK'yi ve PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak, karalamak, aşağılamak için söylüyor. Fakat bu bilgilerden PKK'nin görüşleri, değerlendirmeleri hakkında çok önemli bilgiler çıkarmak müm¬kün. Bu değerlendirmeler benim çok dikkatimi çekti. Zira benim de benzer düşüncelerim vardı. Kürtlerin kendi aralarındaki kavgalardaki tavır ve davranışlarıyla, devlet güçleri karşısındaki tavır ve davranışlarını incelediğimiz zaman bu sonuçları çıkarmak mümkündü.

PKK KÜRT TOPLUMU HAKKINDAKİ SAPTAMALARI

Şöyle ki, bir kere Kürtler, Ortadoğu'da 30 milyonu aşkın bir nüfusa sahip. Kürdistan'da Kürt ulusu bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış, fakat hiç bir parçada, Kürtlerin en ufak bir statüleri yok. Halbuki, dünyada nüfusu 10 bini bulmayan devletler var. Böyle bir nüfusun ve toprağın sahibi olmasına rağmen, Kürtler neden devlet olmamışlar, Kürtler neden, Türkler, Araplar ve Farslar karşısında ciddi bir varlık gösterememişler? Neden onlar tarafından yönetiliyorlar? Bu sorgulama Kürtler arasında neden yapılmamış?

1970 yılında, yaz aylarında, Bismil, Silvan, Viranşehir, Malazgirt köylerinde, Kürtlere yapılan bir işkence ve hakaret yöntemi vardı. Türk Güvenlik Güçleri, Komandolar köye giriyor, erkekleri, kadınları, çocukları, ihtiyarları köy meydanında topluyordu. Sonra yetişkin erkekleri ayırıyordu. Bu erkekleri çırılçıplak yapıyor, erkeklik organlarına ip bağlıyordu. Bu ipi kadınların eline veriyordu. Onları bu vaziyette dipçik zoruyla köy meydanında dolaştırıyorlardı. Dünyanın hiç bir yerinde insanlar, toplumlar, bu tür hakaretlerle karşı karşıya kalmamalıdırlar. Fakat, toplumlar, insanlar, dünyanın neresinde olursa olsun, bu tür haka-retlerle karşı karşıya kalıyorlarsa, o zaman da bu hakareti yapan güce karşı baş kaldırmalıdırlar. Bu hakaretle birlikte, bu hakareti içlerine sindirerek yaşamamalıdırlar. Fakat, Kürtler bu hakareti yaşıyorlardı. İçlerine sindiriyorlardı.

O zamanlar, bu hakaretlerle, bu işkencelerle karşılaşan Kürt köylü¬leri şöyle düşünüyorlardı: "...Bu hakaretleri, bu zulümleri yapanlar Türk olamazlar, çünkü Türkler müslümandırlar. Müslümanlar böyle işleri yap¬mazlar. "Özellikle yaşlı kadınlara, bu hakaretleri yapanların Türk güvenlik güçleri olduğunu anlatmak son derece zor oluyordu. Kürt halkı günü¬müzde artık, Türk güvenlik güçlerinin gerçek niteliğini iyice anladı. İyice biliyor...

Kürtlerin tavır ve davranışlarıyla ilgili bu saptamaları yaparken, bu sorunun iki boyutunu daha dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bunlardan birisi Kürtlerin kendi aralarındaki kavgalarda, ne kadar gözü kara, ne kadar yiğit(!) ve cesur(!) olduklarıdır. "Kan davası" diye bili¬nen davalarda bunun böyle olduğunu yakından biliyoruz. Kendi aralarındaki kavgalarda bu kadar gözü kara olan insanlar bir onbaşı karşısında neden korkaktırlar, siniktirler, onursuzdurlar? Sorunun ikinci boyutuysa, Kürtler arasında gelişkin olan erkeklik kültürüyle ilgilidir. Kürtler erkeklikleriyle pek övünürler. "Çocukların sayılarını bile bilmiyoruz, adlarını bile bilmiyoruz... Çocukları birbirine karıştırıyoruz." derler. "Her yıl bir çocuk" diye övünüp dururlar. Yukarıda özünü ve biçimini anlatmaya çalıştığım hakaret böyle bir toplumda uygulanıyor. Erkeklikleriyle böylesine övünen adamlar, bu hakareti yapanlara karşı en ufak bir tepki göstermiyorlar. İçlerine sindiriyorlar. Bu hakaret ve işkence yönteminin, Kürtler için özel olarak seçildiği de söylenebilir. Örneğin, falaka insanların canını acıtabilir, fakat onurlarını bu derece kırmaz, yüreklerini yaralamaz. Böyle bir hareket ve bu hareketi sindirmek ise, insanların yüreklerini yaralar.

Bunlar Türk sömürge yönetiminin, Kürt insanlarının ruhsal yapıları¬nı etkilemesiyle ilgili bir olaydır. PKK'nin saptamaları son derece doğru, yerinde saptamalardır. Bütün bunlardan dolayı, itirafçı Şahin Dönmez'in açıklamaları, beni PKK'ye daha çok yaklaştırdı. Kürt toplumunun, toplumsal-ruhsal yapısı, toplumsal ilişkiler konusunda PKK ile benzer düşünceler içinde olduğumu fark ettim.



İsmail Beşikçi’den İbrahim Güçlü’ye mektup -2

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edece kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

f) 1984 yılının Kasım ayı sonlarında Çanakkale Cezaevi'nden Ga¬ziantep Özel Tip Cezaevi'ne sevk edildik. Bu sevkten çok sürgüne benzeyen bir operasyondu. Bizden bir hafta kadar önce de Bartın Cezaevi'nden bir sevk yapılmış. Bu ise tam anlamıyla sürgün özelliklerini taşıyordu. 1985 yılının başından itibaren, Malatya Cezaevi'nden, daha sonra da çeşitli cezaevlerinden arkadaşlar buraya getirildiler. 1985 ortalarında Diyarbakır Cezaevi'nden de bir sevk oldu. Bu süreçte ilk defa PKK'li arkadaşlarla karşılaştım. O zamanlar cezaevinin koşulları çok kötü idi. Koğuşlar, daha doğrusu hücreler birbirlerine kapalıydı. Havalandırmaya, aynı koğuşta veya aynı hücrede bulunan bir veya üç kişi birlikte çıkabiliyordu. Buna rağmen mazgaldan kısa süreli de olsa görüşmeler yapılabiliyordu. Bazen tesadüfen, hastaneye veya mahkemeye giderken karşılaşabiliyorduk. PKK'li arkadaşlar önce iki kişiydiler, sonra üç oldular. Üçü birlikte kalıyordu. 1980'li yıllarda Diyarbakır Cezaevi'nde kalmışlardı. Vahşet dönemini yaşamışlardı. O dönemi etraflıca anlatıyorlardı. Diyarbakır gerçeğini ilk defa onlardan duymuştum. Bu arada PKK'nin düşüncesini ve eylemine ilişkin bazı olaylar da anlatmışlardı. Bu arkadaşlarla, epeyce uzun uzun konuşma olanağı buldum. Fakat PKK'ye ait bir bildiriyi veya broşürü göremedim. Bu durum 1986 yılları sonlarında biraz değiştiyse de 1987 yılının Mayıs ayının sonlarına kadar yani tahliye olduğum ana kadar böylece sürüp gitti.

4. Tahliye olmadan önceki bazı düşüncelerimi ve duygularımı da yazmak istiyorum. Tahliye oluncaya kadar, PKK'nin başlattığı silahlı mücadelenin bütün Kürt grupları tarafından yoğun bir biçimde desteklendiğini, Kürtlerin silahlı mücadele içinde yer aldıklarını düşünüyordum. Benim kaldığım cezaevlerinde, içeriye kitap ve dergi alınmıyordu. Bu bakımdan siyasal hareketler hakkında sağlıklı bilgiler elde edemiyorduk. Bunları ancak ziyaretçiler ve avukatlar aracılığıyla öğrenebiliyorduk. Fakat onlar da düzenli bir şekilde gelmiyorlardı.

1985 yılı başlarında Milliyet gazetesinden Kürdistan Press'in yayı¬na başlayacağını öğrenmiştim. Kürdistan Press'in silahlı mücadeleyi destekleyeceğini düşünüyordum. Veya beklentim buydu. Bunun çok doğal bir süreç olacağını düşünüyordum. Sömürge saptamasını yapan bütün Kürt siyasal hareketlerinin, bu arada özellikle Rizgari'nin silahlı mücadeleyi aktif bir şekilde destekleyeceğini düşünüyordum, hissediyordum. Arkadaşlarla bu konuda konuşuyorduk. Onlar, Rizgari, Ala Rizgari, Özgürlük Yolu, Kawa gibi siyasetlerin, KDP'nin silahlı mücadeleyi desteklemediğini, karşı çıktıklarını söylüyorlardı. Ben buna pek akıl erdiremiyordum. Onlar da sağlıklı bilgiler alamıyorlardır diye düşünüyordum.

PKK’NİN ÜÇ ÖNEMLİ SAPTAMASI

5. 25 Mayıs 1987'de tahliye oldum. Ağustos ayında bir kitapçıda genç bir arkadaşla tanıştım. Kürdistan konusunda konuşmalarımız oldu. Ona Serxwebûn ve Berxwedan gibi dergileri görmek ve okumak istediğimi, bu konuda yardım edip etmeyeceğini sordum. Birkaç gün sonra bana bir Serxwebûn dergisi getirdi. İkiye, dörde, sekize katlanmış bir dergiydi. Katlanmış yerleri iyice aşınmış, erimişti. Serxwebûn dergisinin 64. sayısıydı. İlk defa Serxwebûn dergisi görüyordum. O günden sonra bu arkadaş bana Serxwebûn dergisinin başka sayılarını da getirdi. Okuyup tekrar veriyordum. Elden ele dolaştırılıyordu. O zaman dergiyi okuyanlar, dolaştıranlar çok temkinli davranıyorlardı. Şimdi daha rahat okunuyor. Serxwebûn şimdi daha çok dolaşıyor, daha kolay dolaşıyor. Bu süreçte Berxwedan dergilerini de gördüm. Bu dergileri ilgiyle, dikkatle okuyordum. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'la ilgili analizleri çok dikkatimi çekiyordu. Bu arada başka arkadaşlar bana PKK'nin yayınladığı kitaplardan da verdiler. Bunları dikkatle okuyordum... Bu okuma ve incelemelerden sonra vardığım sonuç şu oldu: PKK'nin üç önemli saptaması ve ilkesi var.

a) Birincisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Kürt halkı onursuz bir şekilde yaşamaktadır. Kürt halkı kendi kendine ihaneti sağlanmış bir halktır. Kürt halkı düşürülmüştür. Rezil-rüsvalaşmaktadır.

b) PKK ikinci olarak şunu söylemektedir: Halkımızın bu yaşantısından, çağdışı yaşam koşullarını normal yaşamış gibi telakki etmesinden, halkımızın köleliğinden, keyfi, onur kırıcı dayatmalara boyun eğmesinden utanç duyuyoruz.

c) Üçüncü olarak da şu söyleniyor: Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Kürt halkı dünyada öteki uluslar gibi, eşit, onurlu bir şekilde yaşamalı, yaşayacaktır...

Bu saptamaların ve ilkelerin, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde çok önemli saptamalar ve ilkeler olduğunu düşünüyordum. Bunlardan birincisi, Kürt toplumun bilimsel bir analizi sonucu ulaşılmış bir bilgidir. Sömürge koşullarının Kürt insanının ruhsal yapısını nasıl şekillendirdiği konusuyla ilgilidir. Ruhsal yapı, kişilik gibi sorunlara çok önemli vurgulamalar yapılmıştır. "Düşürülmüş bir halk" kavramı PKK'nindir. PKK'nin çeşitli yazılarında, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan’ın çeşitli değerlendirmelerinde bu kavram sık sık kullanılmaktadır. "Halkımızın rezil rüsva yaşamasından utanç duyuyoruz" açıklaması, milli duygulamaların bir ifadesidir. Milli duygu açıklamasıdır. Üçüncüsü de ulusal bir hareket için, devrimci ve demokratik bir hareket için eylem kılavuzudur. Zaten Kürt toplumu konusunda oluşan bilinç, gittikçe yaygınlaşarak ve derinleşerek gelişen bilinç, milli duyguyla karşılaştığı zaman, ulusal, devrimci ve demokratik bir hareket kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

6. Üçüncü ilke konusunda, eylem kılavuzu denilebilecek bilgi üzerinde etraflı bir şekilde durmak gerekir. "...Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Dünyanın öteki ulusları gibi Kürt ulusunun da eşit ve onurlu bir şekilde yasaması için her türlü fedakarlığı yapacağız..." Bu ilke doğrultusunda çok ciddi cabalar sarf edilmiş. Buna, 1970'li yıllar ortalarından itibaren başlanmış. 1970'li yılların ortalarında, Ankara'da çok ciddi çalışmalar yapılmış, 1977'de Kürdistan'a açılım var. Çalışmalar, çabalar 1970'li yılların sonlarında aktif bir şekilde sürüyor. Daha sonra tekrar geriye dönmek üzere yurt dışına çıkış var. Çalışmalar Avrupa'da ve Ortadoğu'da sürüyor. 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla silahlı mücadele başlıyor. Bu noktada bazı şeyler söylemek gerekir:

a) 15 Ağustos 1984'ten sonra, PKK'nin öteki Kürt örgütleriyle, yani Avrupa’daki Kürt örgütleriyle ilişkilerini yakından biliyorum. Kürdistan Press, Rizgari, Riya Azadi, Komkar, Yekita Sosyalist gibi yayın organları, bu yayın organları etrafında gelişen örgütleşmeler silahlı mücadeleye şiddetle karşı çıktılar. PKK ile bu yayın organları ve örgütleri arasında çok uzun süre şiddetli tartışmalar ve suçlamalar oldu. Çok kırıcı tartışmalar oldu. Bunları sözü edilen yayın organlarından etraflı bir şekilde izlemek mümkündür.

‘SİLAHLI MÜCADELEYE KARŞI ÇIKMAYI ANLAYABİLMİŞ DEĞİLİM’

Değerli kardeşim, silahlı mücadeleye karşı çıkmayı anlayabilmiş değilim. Bunun haklı gerekçelerini göremiyorum. Yukarda 4 numaralı ana paragrafta, 1987'de tahliye oluncaya kadar, bütün Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleyi desteklediklerini düşündüğümü belirtmiştim. ' Öyle olmadığını tahliyeden sonra anladım. Bu konunun PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki çelişmede ve çatışmada çok önemli bir neden, hatta en önemli neden olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki,

b) Yukarıda, 3 numaralı ana paragrafın (e) bölümünde, Kürtlere özellikle uygulanan bir hakaret ve düşürme, işkence yönteminden söz ettim. Bu hakaret, aşağılama, düşürme ve işkence yöntemiyle ilgili olarak şunu düşünüyorum. Bir toplum, o topluma mensup insanlar bu çeşit bir hakaret ve düşürülmeyle karşı karşıya kalıyorlarsa, buna hiç tepki göstermiyorlarsa, içlerine sindiriyorlarsa, o toplum, o insanlar hasta demektirler. Toplum felç olmuştur, felç olduğu gibi etkisizdir. Bu hastalık tedavi edilmemeli midir? Bu hastalık nasıl tedavi edilecektir?

İnsanlar karınları ağrıdığı zaman, mideleri, gözleri, kulakları vs. ağrıdığı zaman hastaneye gidiyorlar. Doktora başvuruyorlar, ilaç alıyorlar, tedavi oluyorlar. Yukarıda kısaca, felç olarak tanımlanan hastalığın da tedavi edilmesi gerekir. Bu tedavinin tek yolu da özgürlükler için, eşitlik için, onur için yapılan kavgadır. Böyle bir kavgayı başlatmadan, felç durumunu tedavi etmek, insanları ve toplumu sağlıklı bir hale getirmek olası değildir.

PKK bunu kavramış. Bu mücadelenin gereğine inanmış, bu doğrultuda bir mücadele başlatmış. Bu mücadele sırasında onlarca, giderek yüzlerce şehit olmuş. Şehitlerin sayıları daha sonraları binlerce rakamıyla ifade edilmeye başlanmış. Yoğun bir fedakarlık ve vefakarlık var. Sonsuz bir özveri var. Kürdistan'da "Kürt ulusu için mücadele", "Kürt vatanı için mücadele''gibi yeni değerler oluşmaya başlamış. Buna rağmen öteki Kürt örgütleri, PKK'nin düşüncesine ve eylemine, tavır ve davranışlarına şiddetle karşı çıkıyorlar. İşte PKK ile öteki Kürt örgütleri arasındaki kopuşmanın temelini burada görüyorum.

c) Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, PKK'nin önemli saptamalar yaptığını ifade etmiştim. Bu saptamalar Kürt toplumunun toplumsal ve ruhsal yapısıyla ilgiliydi. Bunların çok önemli ve dikkate değer olduğunu belirtmiştim. Bu noktada bu konuya açıklık getirecek bir anımı anlatmak istiyorum: 1963 yılında, yaz aylarında Şemdinli'de askerlik yapıyordum. Yedek Subay, Teğmen. Aslında görevim, Bitlis'te 34. Piyade Alayı'ndaydı. 1963 yılında, Güney Kürdistan'da, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi önemli bir gelişme içine girmişti. Kürdistan Demokrat Partisi, Mela Mustafa Barzani önderliğinde bir mücadele yürütüyordu. Kürtlerin (o zaman eşkıya tabir ediliyordu) hükümet kuvvetleri karşısında sıkıştıkları, Hakkari'ye giriş yapabilecekleri söyleniyordu. 1947'de KDP lideri Mela Mustafa Barzani ve 500'ü aşkın peşmerge, Gevar'daki Misiç bataklıklarından geçerek İran'a ulaşmış, oradan da Sovyetler Birliği'ne kadar varmışlardır. Sovyetler Birliğinden siyasal iltica hakkı istemişlerdi. İşte, Türk Ordusunun görevi, tekrar bu tür oluşumların yaşanmasını önlemek, eşkıyaların (Kürtlerin) Hakkari'ye geçişlerini önlemek veya onları sınırda yakalamaktı.

Bitlis, Muş ve Erciş'de bulunan Piyade Alayları'ndan bir tabur Kürtlerin muhtemel hareketlerini engellemek için Hakkari bölgesine gönderilmişti. Bende o zaman Bitlis'teki Piyade Alayı'ndan bölgeye gönderilmiştim. Birlik önce, Başkale'de konakladı. Bir süre sonra Yüksekova'ya geçti. Oradan Şemdinli tarafına intikal etti, Şemdinli'den de sınıra kadar gidildi.

Ağustos ayının sonlarıydı, Şemdinli'den sınırdaki Rubarok Köyü'ne intikal ediyorduk. Bir sabah vaktiydi. Zerin köyünden Bedav'a doğru gidiyorduk. Yol diye bir şey yok. Keçiyoluna benzer bir takım izler var. Vahşi bir doğada ilerliyoruz. Keçiyolunun alt tarafı bir uçurum. Epeyce derin, suların çağıltısı duyuluyordu. Vadinin her iki tarafı meşe ormanlarıyla kaplı. Meşelerin gövdeleri çok kalın. Arada bir meyve ve sebze bahçelerinden, üzüm bağlarından geçiyoruz. Daha önceki günlerden biliyorum. Askerler üzüm bağlarını talan ediyorlar. Meyve ve sebze bahçelerini talan ediyorlar. Bu konuda hiç bir uyarı, ihtar yok.

O KADININ ÖFKESİ

Askerler, keçi yolu üzerinde birerli kol düzeninde ilerliyorlardı. Ben de biraz açıktan takımın ilerlemesini denetliyordum. Karşıdan bir kadının geldiğini gördüm, altmış yaşlarında bir kadın kucağında küçük bir bebek var. Torunu olmalı. Bir çocuğun da elinden tutuyor. Çocuğu çekiştire çekiştire geliyor. Çocuk kadının elinden kurtulmak, etraftaki otlarla, çalılarla, çırpılarla, böceklerle oynamak istiyor. Kadının öteki elinde de bir sopa var. Önündeki öküzü sürüyor. Kadın askerlere yol verecek diye düşündüm. Hiç oralı olmadı. Bu durum ilgimi çekti. Baktım, kadın dimdik yoluna devam ediyor. Kucağındaki çocuk ve yürüyen çocuk, askerlerin güneş altında parıldayan süngülerine, tüfekleri¬nin namlularına ilgi duyuyorlar. Kadın çocukların onlarla oyalanması¬na, oynamasına fırsat vermiyor. Uzaktan daha dikkatli bir şekilde kadının yürümesini, tavır ve davranışlarını, ilerlemesini izlemeye çalıştım. Kadının gözlerinden müthiş bir kin ve öfke okunuyordu. Kadın hiç bir şeye, hiç kimseye bakmıyor, çocuğu çekiştiriyor, öküzünü sürüyordu. Dudaklarının kıpırtılarından bir şeyler konuştuğu belli oluyordu, fakat bunları duymuyordum. Kadın gözleriyle, ellerinin hareketleriyle, yürümesiyle, adımlarıyla, yoldan birer birer ilerleyen askerlere hiç bakmamasıyla, askere yol vermeden yürümesiyle, çevreye karşı öfkesini ve kinini ifade ediyordu. Kadının bu tavrı karşısında askerler, yolun yukarısına çıkmaya çalışıyorlar, kadına yol veriyorlardı.

O günden bu güne kadının yüzündeki ve gözlerindeki, dudaklarındaki kini ve öfkeyi hiç unutmadım. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen portrelerden biri bu oldu. Kadının bu tavrı ve davranışı karşısında düşüncelerim ve duygularım altüst oldu, askerlere yol vermediği için kadını küstahlıkla suçluyorlardı. Fakat dimdik, alnı açık bir şekilde yürümesi, çevreye kin ve öfke dolu bakışları insanda bir saygı da uyandırıyordu. Öküzünü sürüyor, torunu¬nu çekiştirerek götürüyor, emekçi bir kadın, giyiminden kuşamından belli, yoksul bir kadın. Ayakkabıları kötü, ayaklarının yarısı yere basıyor. Bu portre kafama ve yüreğime yerleşti. Bu portreyi çizmekte büyük bir güçlük çekiyorum. Bunu anlatabilmek için büyük bir ressam olmak gerekir, büyük bir müzisyen olmak gerekir. Ahmede Xanî gibi, Cîgerxwîn gibi şair olmak gerekir. Bu tavrın ve davranışın, bu öfkenin nedenleri üzerinde uzun uzun düşündüm.

15 Ağustos 1984 Atılımından sonra, bu atılımın Kürt halkının çok yaygın bir desteğini kazanmasından sonra, bu tavrın ve davranışın nedenlerini çözümleme olanağına kavuştum diyebilirim. Kanımca PKK bu ruhsal yapıyı çok yakından izledi ve tahlil etti. Kürt halkının ruhunun derinliklerindeki özü yakaladı. Silahlı mücadeleyi başlattı ve Kürt halkının yoğun desteğini yanında buldu.

Yukarıda 5 numaralı ana paragrafta, Kürt toplumunun yapısı konusunda PKK'nin bilimsel açıklamalar getirdiğini yazmıştım, Kürt hareketlerinin, geçmişteki Kürt başkaldırılarının neden başarısızlığa uğradığı konusunda geliştirilen açıklamalarını yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir. PKK'nin Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın bilim adamı yönünü de hiç gözden uzak tutmamak gerekir. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'a ilişkin analizlerini çok ilgi çekici ve dikkate değer buluyorum.

KÜRDİSTAN’A İLİŞKİN TEK POLİTİKA: DEVLET TERÖRÜ

d) 5 numaralı ana paragrafta ifade edilen üçüncü ilke konusunda biraz daha durmakta yarar vardır. "Bu ilişkileri değiştireceğiz..." Senin de bildiğin gibi, ben Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nı oldukça yakından tanıyorum. Rizgari, Özgürlük Yolu, Ala Rizgari, Kawa, Şivancılar gibi Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenli örgütleri de yakından tanı¬yorum. Bu arada, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi'ni ve benzer örgütleri de yakından tanıyorum. Bu örgütlere mensup arkadaşlarımız vardı. Ve onlar bizlere bu örgütler hakkında, bu örgütlerin düşünceleri ve eylemleri hakkında çok geniş bilgiler verdiler.

Bu noktada şöyle düşünüyorum. Kürdistan'da silahlı mücadele büyük bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü Türk devletinin, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutmaya çalışan öteki devletlerin Kürdistan'a ilişkin tek bir politikaları vardır, o da devlet terörüdür. Böyle bir gereksinime rağmen, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım örgütlerin, o örgütlerin liderlerinin, ileri gelen kadrolarının, Kürdistan'da silahlı mücadele kararı verebileceklerini sanmıyorum. Yani geçmişi dikkate aldığımız zaman, liderler, böyle bir kararı vermezlerdi, demek istiyorum. Örneğin, benim yakından tanıdığım arkadaşlar böyle bir kararı veremezlerdi. Bunda elbette bir kavrayış ve duyuş eksikliği var. Örgütlerde, örgütlerin ileri gelen yöneticilerinde bazı şeyler eksik. PKK bu kararı verdi, silahlı mücadeleyi başlattı. Kadınları gerillaya kattı. Bunlar çok önemli kararlardır. Şunu vurgulamaya çalışıyorum: Bu önemli kararları ancak PKK verebildi. Kararlarını uygulayabildi. Bu kararları uygulayabilmek için sarsılmaz bir inanç gösterdi. Bu konuda yoğun, yaygın bir bilincin oluşmasını sağladı. Bu düşüncelerimde acaba yanılıyor muyum?

Bizim yukarıda sözünü etmeye çalıştığım arkadaşlarımız olsaydı, şöyle düşünürlerdi sanıyorum: "Silahlı mücadele gerek ama şimdi zamanı değil." "Biraz daha örgütlenelim, halkımızı aydınlatalım, bilinçlendirelim belirli bir güç olduktan sonra silahlı mücadeleye başlayalım..." "... Örgütlenmeden, belirli bir güç olmadan silahlı mücadeleye başlamak intihardır.""... Falanca yere bir gezi daha düzenleyelim, halkın nabzını yoklayalım.""... Falanca konuyu araştıralım, bir komite daha kuralım..."vs. Görüldüğü gibi silahlı mücadeleye karşı çıkılmıyor. Veya örgütlerin önemli bir kısmı silahlı mücadeleye karşı çıkmıyor. Fakat, "şu aşamada" silahlı mücadelenin olanaklı olmadığını öne sürüyor. İşte olanaklı görülmeyen bu şeyi PKK gerçekleştirdi. Bu kararın alınması ve alınan kararların hayata geçirilmesi, aslında, düşünüldüğünden çok daha önemli bir olaydır. Kuzey Kürdistan'ın tarihsel gelişmesini ele aldığımız zaman, bunu ifade etmek, görmek gayet kolaydır. Acaba yanılıyor muyum?

7. Avrupa'daki Kürt örgütlerinin silahlı mücadeleye karşı çıktığını, yukarıda, 6 numaralı ana paragrafta, (a) bendinde belirtmiştim. Bu konu ile ilgili olarak, 15 Ağustos 1984'ten sonraki gelişmeleri yakından biliyoruz. 1990 yılı Mart ayında ve sonrasında da, 15 Ağustos 1984'ten önceki aşamaları öğrenme fırsatı buldum. Kaldığım koğuşta pekçok PKK'li arkadaş vardı. Daha doğrusu, PKK'lilerin kaldığı koğuştaydım. Gerillalarla tanışma olanağı buldum.

1984'ten önce, Avrupa'daki ve Ortadoğu'daki gelişmeleri çok yakından izleyen, hatta bu sürecin içinde olan bazı arkadaşlarla tanışma olanağı buldum. Bu dönemi, ilişkileri, ilişkilerin gelişim sürecini etraflı bir şekilde anlattılar. Öte yandan bu konulara ilişkin pekçok yazı vardı. PKK bunları anlatmış, yazmış, konuşmuş. Bunlarda belirli bir tarafgirlik, belirli bir mübalağa olsa bile, bir süre için böyle kabul edilirse bile, geriye kalanlar, gelişmelerin yönünü, içeriğini biliyor. Kaldı ki bana bunları anlatanlar çok saygın kişilerdi. Bilinçli bir şekilde yanıltmak için bilgi verdiklerini de hiç sanmıyorum. PKK öteki örgütlere silahlı mücadele gereğini açık-layınca, örgütlerin büyük bir tepkisini çekiyor. "...Siz bizim halkımızı intihara sürüklüyorsunuz..." "Kürt halkı silahlı mücadeleye hazır değildir" vs. Örgütler, liderler, kadrolar, PKK'nin bu düşüncelerine ve eylemine karşı şiddetli bir tepki gösteriyorlar. Bu sürecin PKK ile öteki Kürt örgütleri arasında, büyük bir kopuşmanın meydana gelmesi¬ne neden olduğunu yukarıda ifade etmiştim.

‘ESAS OLAN KÜRDİSTAN’DA OLMAKTIR’

8. Deniyor ki, PKK Suriye'ye dayanarak eylem yapıyor, halbuki, Suriye de sömürgeci bir devlettir.

Kürtlerin kendilerini sömürgeleştiren devletlerle ilişkilerinin irdelenmesi Kürt tarihinin en acılı, en dramatik yönüdür. Bu konuda şöyle düşünüyorum: Kürtlerin, bu arada PKK'nin Ortadoğu'da, çok bağımsız, son derece bağımsız politikalar oluşturması ve bu politikaları uygulamaları pek olanaklı değildir. Bu Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesinin, parçalanmasının ve paylaşılmasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Bu tarihsel gelişmenin, bunun Kürtler bakımından anlamının bilincine varan bir örgüt ise mümkün olduğu kadar bağımsız ve özgür politikalar oluşturabilir ve bu politikaları hayata geçirebilir. Bu sorunu biraz daha yakından irdelemekte yarar vardır: Şöyle ki;

a) Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten bir örgüt mümkün olduğu kadar, Kürdistan'da veya Kürdistan'a yakın bir yerde olmalıdır. Kürt örgütlerinin Almanya'da, Fransa'da, İsveç'te, Londra'da, Roma'da, yani Avrupa'da olmaları çok önemlidir. Fakat bu örgütlerin Kürdistan'da eğer kökleri, dayanakları yoksa, Avrupa'da olmak çok anlamlı değildir. Esas olan Kürdistan'da olmaktır. Kürdistan'da kökleri, dayanakları olan bir örgüt, Avrupa'da varsa, işte önemli olan budur.

b) Bu açılardan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten örgütlerin Kürdistan'da veya Kürdistan'a çok yakın bir alanda olması gerekiyor. Şu da önemlidir: Uluslararası ilişkilerde, çıkar esası önemlidir, hiç kimse kimseye, adalet olsun diye, insan haklarının gereğidir diye, insanlık gereğidir diye yardım etmiyor. Herhangi bir devlet, Kürtlerden çıkar umuyor olabilir. Bu durumda Kürtler de hesap kitap yaparlar. Kendilerinden ne isteniyor, kendilerinin kazanacağı nedir? İşte kendilerinden istenenlerle, kendilerinin kazançları arasında bir denge varsa, Kürtlerin benzer ilişkileri sürdürmesinde büyük bir sakınca yoktur. Bu da sürekli bir sorgulamayı gerekli kılar. Alınanların ve verilenlerin dengeli olup olmadığı her zaman denetlenir. Ben PKK'nin Suriye ile ilişkilerini bu çerçevede değerlendiriyorum. Suriye de elbette Kürdistan'ı devletlerarası sömürge düzeyinde tutan devletlerden biridir. Bu açıktır. Fakat Kürtler için, yukarıdaki muhasebeyi yapmanın zorunluluğu da vardır.

‘PKK GERİLLALARI KÜRDİSTAN İÇİN ÖLÜYOR’

c) PKK için "Hafız Esat'ın maşası", "Hafız Esat'ın askerleri" gibi sıfatları kullanmak büyük bir demagojidir. Çirkin bir suçlamadır. PKK gerillaları Kürt ulusu için çarpışıyor. Kürdistan için ölüyor. Bugüne kadar binlerce şehit var. Hepsi Kürdistan için, Kürt ulusu için. Kürtler arasında "ulus için mücadele", "vatan için mücadele" gibi çok yeni, yepyeni değerler oluşmaktadır.

Yeni değerlerin oluşumunun kökeninde, Kürt gerillaların büyük bir özveriyle, bilgiyle ve bilinçle, fedakarca sürdürdükleri mücadele vardır. O halde Kürt gerillalara karşı, PKK'ye karşı bu suçlamalar nasıl yapılabiliyor? Ben bunu, Kürdistan topraklarından, Kürt halk yığınlarından kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, kopukluğa bağlıyorum. Kürdistan'dan, Kürt halk yığınlarından, halk yığınlarından uzak kalmak, maddi dayanağı olmayan bu suçlamaları da ortaya çıkarabiliyor.

d) Ortadoğu'da Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten önderlerin, Kürdistan, Ortadoğu, dünya hakkında bilgi birikimi elbette gerekir. Fakat bilgi birikimi yetmez. Tavır ve davranışları da önemlidir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten kadroların cin gibi olmaları gerekir. Cinlik, örneğin, İran Kürdistan Demokrat Partisi lideri Abdurrahman Kasımlo'da yoktu. Abdurrahman Kasımlo, Batılı değerlerle politika yapmaya çalışıyordu. Halbuki politika yaptığı alan Ortadoğu'dur. Ortadoğu'da ise devlet terörü egemendir. "Cin gibi olmak" Mela Mustafa Barzani'de de görülebiliyordu. Fakat Mela Mustafa Barzani geleneksel bir Kürt önderiydi. Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesut Barzani'de, Kürdistan Yurtsever Birliği lideri Celal Talabani'de bu niteliklerin çok fazla geliştiği kanısında değilim. PKK'da, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'da, Başkan Apo'da bu nitelik kolayca görülebiliyor.

‘KÜRTLERİN BİJİ APO DEMELERİ YERİNDE BİR HAREKETTİR'

9. Çirkin suçlamalardan biri de çoluk-çocuk öldürmek biçiminde ortaya çıkıyor. Türkiye'de, Ortadoğu'da terör devlet tarafından yapılmaktadır. Türk devletinin Kürtlere karşı temel politikası devlet terörüdür. Bu devlet terörünün bir boyutu da Kürt halkının bölünerek ve parçalanarak yönetilmesini gerekli kılmaktadır. Korucular olayının tezgahlanması bu gerek içindir. Böl-yönet politikasının en önemli özelliği bu politikanın; her zaman, her yerde, her koşul altında kendini üretiyor olmasıdır. Bölünme ve parçalanma toplumun en küçük hücrelerinde bile etkili olmaktadır. Bu ise, "hainlik" ve "ihanet" için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu bakımdan Kürt toplumu haini bol bir toplumdur. Koruculuk sürecinde korkunç derecede düşürülmüş korucular görülmektedir. Bunlar Kürt gerillalara karşı cinayet makinası gibi çalışmaktadırlar. Kulak, burun, dudak kesmektedirler, göz çıkarmaktadırlar. Gerillaların kafalarını kesip dolaştırmaya yeltenmektedirler, özgürlük, eşitlik, onur diyenleri öldürmeye çalışmaktadırlar. Bunlar elbette uyarılmaya çalışılmalıdır, Kürt ulusuna yaptıkları ihanet hatırlatılmalıdır. Sömürgeci devletin hizmetinde bir alet olarak çalışanlara, devlet terörünün vazgeçilmez bir halkası olanlara ise, ancak etkili bir terör, devrimci bir terör uygulanır. Kürt halkının kendi hainlerini cezalandırma hakkı da vardır. Bu hak da tartışılmazdır.

Baskı ve zulüm altında olan bütün halkların bu hakları vardır. Bu şiddetin hedefi kuşkusuz çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar değildir. Sömürgeci devletin propagandalarına, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın bir şubesi gibi çalışan Türk basınına, sömürgeci basına itibar etmemek gerekir.

10. PKK'nın liderini putlaştırdığı, liderin anti-demokratik olduğu, çoğulculuğu kesinlikle engellediği sık sık vurgulanmaktadır. "Olur olmaz yerlerde Bijî Apo, diye bağırıyorlar". "Apo'nun çeşitli pozlardaki fotoğraflarını asıyorlar, dağıtıyorlar..." vs. Bu sloganların, bu fotoğrafların fazla büyütülmemesi gerektiği kanısındayım. Kaldı ki Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi henüz muhalefet hareketidir. Öte yandan bu bir siyasal harekettir. Kitlelere hitap etmektedir. Bu süreçte "Başkan Apo", "Önder Apo", "Bijî Apo" gibi deyimlerin, sloganların kullanılması bana ters gelmemektedir.

Kendimden bir örnek vereyim. 1990 yılı Mart ayında Sağmalcılar cezaevine konulduktan sonra, benim için de kampanyalar açıldı, imzalar toplandı, afişler basıldı. Aslında bu benim tavrım değil. Bunları senin de çok yakından tanıyacağın arkadaşlar yaptılar. Bu sürece karşı çıkmayı düşündüm. Karşı çıktım da. Fakat, mekan olarak o kadar değişik yerlerde yapılıyordu ki, hangisine karşı çıkacaksın? Fakat, bu tür süreçlerin şöyle bir boyutu da var. Toplumsal ve siyasal muhalefetin gelişmesine, muhalefetin derlenip toparlanmasına, kısaca, hareketin gelişmesine katkısı da olabiliyor. Bu bakımdan sorun, çoğu zaman sizi aşıyor, karşı çıkarılıyorsunuz. Kaldı ki, benim konumumla PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın konumu çok farklı, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan politik ve askeri yönleri ağır basan bir önder. Bu bakımdan Kürt halk kitlelerinin, "Başkan Apo, Bijî Apo" gibi hitaplarda bulunmaları, sloganlar atmaları yErinde bir harekettir.

"Başkan", "önder" gibi kavramların demokratik kavramlar olmadığını biliyorum. Fakat henüz muhalefette olan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin bu kavramları kullanmasında büyük bir sakınca görmüyorum. Bunlar liderleri putlaştırmak değildir. Kürtler günümüze kadar hep yönetildiler. Hep başkaları tarafından yönetildiler. Şimdi, bir Kürt örgütü ciddi bir şekilde "Kürdistan'ı biz yöneteceğiz" diyor. Düşündüklerini, planlarını, projelerini hayata geçirmeye çalışıyor. Bu süreci geliştirmek gerekiyor. Bu sürecin gelişmesine katkıda bulunmak gerekir.


İsmail Beşikçi’den İbrahim Güçlü’ye mektup -3

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edece kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

KÜRT TOPLUMUNUN EN ÇÜRÜMÜŞ KESİMLERİYLE İŞBİRLİĞİ YAPTILAR

Yıl 1984, Ekim ayının başları. Kürt gerillalara karşı "Güneş Harekatı" başlatılıyor. Türk Cumhurbaşkanı Kenan Evren, büyük bir gazeteci kalabalığı eşliğinde Hakkari bölgesinde dolaşıyor. Şemdinli'de Kürt halkının gözünün içine baka baka herkesin Türk olduğunu, Türklüğü kabul etmeyenlerin "kansız", "hain" olduklarını söylüyor. Kürdistan'ı hep bu Türk sömürgecileri¬nin yönettiğini hiç unutmamak gerekir. Kürtler için esas utanç budur. Böyle bir utanç karşısında, PKK'nin düşüncesi ve eylemi karanlıkları yırtan bir aydınlıktır. Kokuşmuş bataklıktaki baharyeli gibidir. PKK bu sular için kanallar açmaktadır.

Kürt halkı demokrasiyi hiç yaşamadı. Kürdistan'ı devletlerarası sömürge sistemi içinde tutan devletler, Kürt ulusunun, ulusal, devrimci ve demokratik mücadelesini engelleyebilmek için, Kürt toplumunun en çürümüş kesimleriyle işbirliği yaptılar. O çürümüş sınıfları ve tabakaları ayakta tutabilmek için büyük bir çaba harcadılar. Bunlarsa, demokrasiye, Kürt halkının uyanmasına düşman olan sınıf ve tabakalardır. Eğer bir şeyh müritlerinden belirli bir çıkar elde ediyorsa, oraların uyanmasını elbette istemez. Toprak sahipleri de öyle. Fakat bu gerici sınıfları ayakta tutan sömürgeci devletin bizzat kendisidir. Kürt toplumunda demokrasiyi kurmak ve geliştirmek elbette esas olmalıdır. Çoğulculuğa önem vermek elbette esas olmalıdır. "En doğrusu biziz, bizden başka doğru yok" diyerek ötekileri boğmaya, yok etmeye çalışmak çok yanlış bir tavır ve davranıştır. PKK'den de bu hayati ilkelere dikkat etmesi elbette istenmelidir. PKK'nin buradaki görevi, öteki Kürt örgütlerine nazaran daha da büyüktür. PKK'nin sorumluluğu daha da büyüktür.

PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ile ilgili olarak da birkaç şey söylemek istiyorum. Abdullah Öcalan, 1970'li yılların sonlarında Apocu önderlerden biriydi. 15 Ağustos 1984 Atılımı'na kadar ise, PKK'nin önemli bir lideriydi. 15 Ağustos Atılımı'ndan sonra durum tamamen değişmiştir. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, artık, Kürt halkının bir lideridir, önderidir. Bunu, köylülerin, işçilerin, öğrencilerin, kadınların tavır ve davranışlarından, konuşmalarından anlamak mümkündür. Abdullah Öcalan, artık, Kürt halkının bir umududur. Omuzlarında milyonlarca Kürdün sorumluluğunu taşımaktadır. Abdullah Öcalan'ı artık, PKK'nin önderi, PKK'nın Genel Sekreteri olarak değerlendirmemek gerekir.

‘KAÇ GERİLLAYI DONATTIN’

Değerli kardeşim, çok önemli konularda ortak düşüncelerimiz olduğunu biliyorum. Bugün de bu böyle. Yekitiya Sosyalist'i ilgiyle izliyorum. Fakat, PKK ve Başkan Apo hakkında neden bu kadar ters düştüğümüz, doğrusu bana büyük bir hüzün veriyor. Üstelik bu sadece senin düşüncen, tavır ve davranışın değil, Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenliler genel olarak böyle düşünüyorlar. Başkan Apo'yu küçümsemeye çalışıyorlar. Gerek PKK'yi, gerek Başkan Apo'yu çok çirkin kavramlarla suçlamaya çalışıyorlar. Bunları kabul edilmez buluyorum. Büyük bir yanılgı var. Fakat son yıllar içinde bu düşüncelerde, tavır ve davranışlarda çok önemli değişiklikler olduğunu izlemek de mümkündür.

Burada şunu da belirtmeliyim: Devrimci Doğu Kültür Ocakları mensubu, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi mensubu arkadaşlarımızın çocukları, 20'li yaş çağlarını yaşayanlar, daha küçük olanlar, genel olarak hep PKK'de yer almaktadırlar. Bizleri 20-25 yıl kadar hep Kürt öğrenciler ararlardı. Şimdi, köylü, işçi, esnaf, serbest meslek sahipleri, ev kadınları, pek çok kişiyle tanışıyoruz. Herkeste büyük bir heyecan var. Kürdistan, artık eski Kürdistan değil. Bugünkü aşamaya nasıl gelindi acaba? Binlerce şehit var. Arkadaşlarımızın çocukları olan pek çok gerilla var. Bazı arkadaşlarımızın torunları gerillada. Hepsi Kürt ulusu için, Kürdistan için savaşıyor. Bugün Kürdistan'da her alanda gerilla var, her alanda şehit var. Bu heyecan nasıl oluştu?

Peki, ben sana bir soru sorayım. Şimdiye kadar kaç gerilla donattınız?

Türk İçişleri Bakanlarından biri şöyle demişti: "Doğu'da dağları koruyan jandarma değil, jandarmanın korkusudur. Bu korkunun etkili bir şekilde sürdürülmesi için her türlü önlem alınmalıdır." Bugün Kürdistan'da bu korku kırılmıştır. Bu korkunun kırılmasında PKK'nin düşünce ve eyleminin çok büyük rolü olduğu tartışılmazdır. Korku kırıldıkça Kürt halkı, Kürt halk yığınlarının ruhsal yapısı derinleşmektedir. Dirençli, direnen bir kişilik gelişmektedir. Gerillanın bu süreçteki rolü açıktır. Tekrar sorayım: Şimdiye kadar kaç gerilla donattınız?

11. Kürt gerillalarının, büyük bir fedakarlık, özveri ve vefakarlık örneği gösterdiğini çeşitli vesilelerle ifade etmiştim. Bu sürecin beni çok duygulandırdığını, bana gurur verdiğini de belirtmeliyim.

‘GERİLLALARA SEVGİM ARTTI’

Sağmalcılar'da, koğuşta, Denge Kürdistan isimli bir dergi vardı. Bu, PKK'nin cezaevi alanındaki örgütünün aylık olarak çıkardığı bir dergidir. Daktilo ile çoğaltılıyordu. Bu dergide orijinal yazılardan çok, Serxwebûn, Berxwedan gibi dergilerde yayınlanmış bazı yazılar yer alıyordu... Bir gün bu dergide yer alan bir hikaye okuyordum. Üç-dört gerillanın bir kış gününde, görev alanlarından kamplarına gidişini anlatıyordu. Kafamı çoktandır kurcalayan birtakım soruların cevabını alabileceğimi düşünüyordum. Gerilla kış vakti soğuğa karşı nasıl önlemler alıyor? Açlığa, uykusuzluğa nasıl dayanıyor? vs. Olay, Botan'da Zağros dağları civarında geçiyor. Şiddetli bir kış hüküm sürüyor. Dondurucu bir soğuk var. Bu soğukta yola çıkmak doğru mu? Gerillalar kamp için şimdi mi yola çıkalım, yarını mı bekleyelim tartışmasını yapıyorlar. Kar yağmaya başlıyor, hava biraz yumuşuyor. Yola çıkıyorlar. Dağlara tırmanıyorlar, ondan sonra vadiye doğru iniş var. Sonra tekrar başka bir dağa tırmanmaları gerekir. Kar duruyor, tipi başlıyor... Sis var. İki metre ötesi görülmez oluyor. Silahları, cephaneleri, öteki yükleri var. Durmadan yokuş çıkıyorlar, yokuş iniyorlar. Dağa tırmanıyorlar, dağdan aşağı iniyorlar. Kamplarına varacaklar. Soğuk durmadan artıyor. Akşam oluyor, ortalık kararıyor. Çığ tehlikesi var. Gerillalardan biri soğukta yürüyemez bir hale geliyor. Ayakları donmuştur. Yoldaşları onunla ilgileniyorlar.

Hikaye böyle sürüp gidiyor. Heyecanla okuyorum. Koğuştayım. Birdenbire soğuktan irkildim. Üşüdüğümü hissettim. Halbuki, koğuşun kapısı, pencereleri var, normal kapalı. Ayrıca koğuşta 60'a yakın insan var. Kendimi gerillaların yerine koyduğumu hissettim. Şöyle düşü-nüyorum: Açlığa, susuzluğa dayanmak mümkün, uykusuzluğa dayanmak bile mümkün. Yol yürüyebilirim, yokuş çıkabilirim, dağa tırmanabilirim, yük taşıyabilirim, fakat soğuğa karşı ayaklarımı nasıl koruyabilirim, soğuğa karşı nasıl dayanabilirim?.. Hikayeyi okurken hep bunları düşündüğümü hissettim. Gerillaların soğukla, açlıkla, susuzlukla, uykusuzlukla nasıl baş edebildiklerini, bunların üstesinden nasıl gelebildiklerini öğrenebilmek için okumayı büyük bir heyecanla sürdürdüm. Kürt gerillalara zaten çok sıcak bir sevgim vardı, daha da arttı.

Kürdistan'a ilişkin düşünceleri, duyguları, beklentileri olmayan insanlar, sarsılmaz bir inanca sahip olmayan insanlar bu tür fedakarlıklara katlanamazlar. Özveri ve vefa göstermezler. Bu cefaların, çilelerin hepsi de Kürdistan içindir, Kürt ulusu içindir. "Hafız Esat'ın maşası" suçlamalarını ve aşağılamalarını çok çirkin buluyorum. Gayri ahlaki buluyorum. Bu mücadelenin, 1984'te, gerillaların donanımı bakımından çok olumsuz koşullarda başladığı da yine büyük bir gerçek. Gerillaların, haritaya, pusulaya, dürbüne, ayakkabıya, uyku tulumuna, vitamin haplarına sahip olmadığını biliyoruz. Veya bunlar çok azdır. Yeteri kadar silah yoktur. Bunları yakından biliyoruz. Arkadaşlara, "Soğuğa karşı nasıl korunuyordunuz, ayaklarınızı nasıl koruyordunuz?" sorularını sık sık soruyordum. "Yün çoraplarımız vardı..." gibi cevaplar veriyorlardı. Halbuki, gerillaların ayakkabısına, başlığına, gözlüğüne kadar mükemmel bir donanımı olmalıdır. Özellikle 1985 yılında bu koşulların çok çok olumsuz olduğunu biliyoruz. Halbuki, örneğin Filistinli gerillalar için durum böyle mi? Bir gerilla haplarla, vitamin haplarıyla günlerce idare edebiliyor. Ve bunları sağlamak Filistinli gerillalar için son derece kolay.

Bugün Kürt gerillalarının donanımı, 1984'e nazaran çok çok ileri. Harita, pusula, dürbün, uyku tulumu gibi araç ve gereçler 1984'e ve 1985'e nazaran çok daha mükemmel...

PKK’Yİ ELEŞTİRİYORUM

12. Yukarıda, 10 numaralı ana paragrafta, 20-25 yıl kadar önce, bizleri sadece öğrencilerin ziyaret ettiğini, günümüzde, köylülerin, işçilerin, çeşitli mesleklerden Kürtlerin, çiftçilerin, ev kadınlarının vs. ziyaret ettiğini belirtmiştim. Köylüler, özellikle onlar, şunları anlatıyorlar: 1960'lı yılların ortalarından itibaren öğrenciler bizim köye gelirlerdi. Bizlere devrim yapalım, derlerdi. Onların bu teklifleri bizleri çok korkuturdu, ürkütürdü, şimdi, günümüzde artık biz mücadele içindeyiz. Siz bu mücadelelerin nasıl başladığını, nasıl sürdüğünü biliyorsunuz. Biz artık, dişimizle, tırnağımızla bu kavganın içindeyiz. Bu kavga sırasında yanımızda o öğrencileri arıyoruz. Onlar yanımızda yoklar, onlara çok ihtiyaç duyduğumuz anlarda onlar yanımızda yoklar...

13. Ben PKK'yi eleştiriyorum. Fakat, daha çok sizlere benzeyen yönlerini eleştiriyorum. Hatırlayacağınız gibi Kürtçeyi de çok iyi bildiğiniz halde, hep Türkçe konuşurdunuz. Sömürgecilerin diline daha bir öncelik verirdiniz. Gerilla bu konuda çok önemli bir değişiklik yapmadı, hatta hiç değişiklik yapmadı. Gerilla savaşı konusunda binbir türlü yaratıcılık gösteren, bu yaratıcılığını günden güne artıran gerillanın Kürtçeye verilen önem konusunda hiçbir değişiklik yapmaması, anlaşılır birşey değil. Nedenini sorduğumuz zaman sizler gibi cevap veriyorlar. "Dostluk" diyorlar, 'Türkçeye dostluk". Halbuki, Kürt halkı şimdiye kadar, Türkçeyle, Türk diliyle, yasaktan, emirden, hakaret¬ten başka bir şey duymadı. Kürt halkının Türk diliyle duyduğu sözcük¬ler hep emir içeriyordu, hakaret içeriyordu. "Hepinizi geberteceğim." "Hepinizi yok edeceğim, öldüreceğim." "Bugün evden dışarı çıkmak yasak!" "Bugün evden dışarı çıkan olursa evi içindekilerle birlikte yakarız." "Bugün tarlaya gidilmeyecek!" "Bugün hayvanları otlatmak yok!" "Arama var, herkes evinden dışarı, evde kalanlar olursa evinizi yakarız, öldürürüz." "Aşağılık Kürtler, Türk devletinin ne kadar büyük olduğunu sizlere kabul ettireceğiz." "Hayvanoğlu hayvanlar", "Aşağılık mahluklar." "Koş!", "Yat!" "Sürün!" "Güzel kadınlarınızı ayırdık, onlarla ayrıca işimiz olacak!"

Kanımca Kürtler, Türkiye'de, Türk diliyle, Türkçeyle, emirden, yasaktan, hakaretten başka hiçbir sözcük, hiçbir güzel sözcük duymadılar. Her gün her gün bunları, benzerlerini duydular. "Kürtler yoktur, herkes Türk’tür." "Kürtçe diye bir dil yoktur, 20-30 kelimesi bile olmayan, ilkel, mahalli bir ağızdır." "Sanıklar Kürtlerden sözederek Türklerin milli duygularını zedeliyorlar." Yeni yeni Kürt sözcüğünü telaffuz etmeye başlayanlar bile, Kürt Devleti düşüncesi, Kürtlerin aleyhinedir, diyorlar. Ortadoğu'da 2 milyon civarındaki ve İsrail işgali altındaki Filistinlilerin bağımsız devlet kurma hakkını savunuyorlar. 23. Arap devletinin gereğini savunuyorlar. Kürt sözcüğünü kullanmaya başlamışlarsa da, Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını görmezden geliyorlar. Ortadoğu'da 30 milyonu aşkın bir nüfusa sahip olan Kürtlerin bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış halini tartışmaktan uzak duruyorlar. Aynı Amerika Birleşik Devletleri gibi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi Ortadoğu'da statükonun devamını istiyorlar. Statüko Filistinliler için çatlasın, Kürtler için aynen sürsün, diyorlar. Kürtlerin çıkarı statükonun devamındadır, diyorlar.

‘KÜRTÇE KONUŞURSANIZ KÜRT GİBİ DÜŞÜNÜRSÜNÜZ’

Kürtlerin kendi ana dilleriyle dost olmaları, Kürtçe konuşma ve Kürtçe yazma yeteneğini kazanmaları gerekmektedir. Bu çok doğal hakların kullanımı için mazeret aramak yanlıştır.

Dil ile düşünce arasında, çok önemli bir bağ vardır. Kürtçe konuşursanız Kürt gibi düşünürsünüz, Türkçe konuşursanız Türk gibi düşünürsünüz. Kürtler için Kürt gibi düşünmek, veya Türk gibi düşünmek elbette önemlidir. Kürtçeye yeteri kadar değer vermemek, Kürtlerin beyinlerini sömürgeleştirici bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Bir toplumda en ağır tahribat beyinsel sömürgecilik sürecinde ortaya çıkmaktadır. Türk devleti, Kürt insanlarının beyinlerini sömürgeleştirebilmek için her türlü önlemi almaktadır.

Türk mahkemeleri, duruşmalarda ısrarla Kürtçe konuşan Mehdi Zana'ya şöyle bir haber ulaştırmaya çalışıyorlar: "... Mehdi Zana Türkçe konuşsun, iki gün konuşsun, bizonu dinleyeceğiz, istediği gibi konuşsun biz onu dinleyeceğiz, fakat Kürtçe konuşmasın, Türkçe konuşsun..." Kürtçe'ye şiddetle karşı çıkış, Türkçe'yi dayatma, Türkçe'deki ısrar elbette irdelenmelidir. Türk sömürgeci mahkemeleri, Kürtçe'yi de, "Sanık anlaşılmaz, acaip bir dille konuştu..." diye zapta geçiriyor. Mehdi Zana'nın duruşmalarını bu bakımdan ilgiyle izlemek gerekir. Diyarbakır eski Belediye Başkanı Mehdi Zana duruşmalarda ısrarla Kürtçe konuşmaktadır. Tercüman istemektedir. Mehdi Zana'nın 12 Eylül cuntası tarafından görevinden alındığını ve cezaevine konulduğunu yakından biliyoruz.

Kürtçe'ye yeteri kadar önem vermemeleri konusunda bütün Kürtlerin, bu arada, PKK'nin de eleştirilmesi gerekir. Kürt örgütlerinin ve PKK'nin çeşitli konularda eleştirilmeleri, bu eleştirilerin her zaman haklı olduğu anlamına gelmez. Yani eleştiriyi yapanların çok mükemmel bir düzeyde olduklarını göstermez. Örneğin, belki PKK'nin günahı bizim günahlarımızdan çok daha azdır. Fakat toplumsal ve siyasal eleştiri bilgilerimizi zenginleştirmek ve sağlıklı kılmak için vazgeçilmez bir kurumdur. Öte yandan her şeye karşı çıkılarak, her şeyi inkar ederek Kürt tarihinin fakirleşmesine de yol açmamak gerekir.

‘AJAN KAVRAMINA YÜKLENEN ANLAM’

14. Değerli Kardeşim, seninle PKK arasında yoğun tartışmaların olduğunu, senin ajanlıkla suçlandığını da biliyorum. Bu suçlamada "ajan" kavramına farklı bir anlam yüklendiği kanısındayım. Biz, ajan deyince daha çok, Milli İstihbarat Teşkilatı adına ve gizli çalışan ve kuşkusuz Kürtlerin aleyhine, devrimcilerin, solcuların aleyhine çalışan bir kişiyi anlıyoruz. Bu anlamda Kemal Burkay, İbrahim Güçlü gibi kişilerin ajan olamayacaklarını arkadaşlara uzun uzun anlatmaya çalışan bir kişiyi anlıyoruz. Bu anlamda Kemal Burkay, İbrahim Güçlü gibi kişilerin ajan olamayacaklarını arkadaşlara uzun uzun anlatmaya çalıştım. Bu tür işler, bu kişiler için en son yapacakları işler değil, hiç yapamayacakları bir iştir. Fakat "ajan" kavramına farklı anlamlar yüklenince herkes ulu orta bir şekilde suçlayabiliyor.

15. Önemli bir konuyu daha belirtmek istiyorum.

a) 1 Ekim 1988 tarihli ve PKK-DB (Partiyi Korumak ve Direnişi Yükseltmek İçin Devrimci Birlik) imzalı bir bildiri var. Bu bildiri yayınlandı. Bu bildiri 10 sahifeydi. Bildiri, Tüm PKK'lilere, Yurtsever Kürdistan Halkına ve Bütün İlerici Devrimci Güçlere!" biçiminde bir hitapla başlıyordu. 10 sahifelik bu bildiride, PKK ve gerillalar övülüyor, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ağır bir şekilde suçlanıyordu.

b) 4 Ekim 1988 tarihli bir bildiri daha yayınlandı. PKK-DB (Partiyi Korumak ve Direnişi Yükseltmek İçin Devrimci Birlik) imzalı üç sahi¬felik bir bildiri. Bildiri, "Abdullah Öcalan'a Açık Mektup" başlığını taşıyordu. Bu bildiride de PKK ve gerillalar övülüyor, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ağır bir şekilde suçlanıyor, Hüseyin Yıldırım haklı bulunuyor.

c) 14 Haziran 1989'dan hemen sonra yayınlandığı anlaşılan, PKK-DB imzalı 5 sahifelik bir bildiri daha var. Bu bildirinin, "İşbirlikçi Hainlerin Komplo ve Saldırıları Devrimleri ve Devrimcileri Hiçbir Zaman Susturamamıştır ve Susturamaz" biçiminde bir başlığı var. "Devrimciler, Demokratlar, Yurtseverler, Kürdistanlılar" biçiminde bir hitap ile başlıyor. Bu bildirinin metni içinde yer alan, 'Tüm Parti Kadroları, Taraftarlar, Yurtseverler', "Halkımızın Dostları, Devrimciler, Demokratlar, İlericiler" biçiminde yazılan ara başlıkları da var. Bu bildiri "Kahrolsun İşbirlikçi Tasfiyeci İhanet!", "Kahrolsun Faşist Türk Sömürgeciliği ve Emperyalizm!", "Hiçbir Karşı Devrimci Girişim ve Saldırı Kürdistan Halkının Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm Savaşının Zafere Ulaşmasını Engelleyemeyecek!", "Yaşasın PKK, ERNK, ARGK Önderliğindeki Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi" şeklinde ifade edilen sloganlarla bitiyor. Bu bildirinin temel amacı da PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak oluyor. Gerillalar ve PKK övülüyor gözükülerek, Genel Sekreter Abdullah Öcalan eleştiriliyor diyemiyorum. Bildirinin amacı eleştirme değil, aşağılama, suçlama...

d) Burada Şoreşa Kürdistan isimli bir yayından daha söz etmek gerekiyor. 38 sahifelik bir dergi. İlk iki sayfası elimde yok. Bu kapak olmalı.

Dergi, 'Yeniden Çıkarken" bölümünde, "... Şoreşa Kürdistan’ın ilk sayısı tam 6 yıl önce 1983 tarihinde çıktı" deniyor. Yine aynı bölümde iki yıl içinde 6 sayı kadar yayınlandığını, 1985'de yayın hayatına son verdiğini yazıyor. Yeniden yayına 1989'un ortalarında veya sonlarında başlamış kabul edilebilir. Bu, 1989'un Mart ayı da olabilir. Çünkü Newroz'dan söz eden bir yazı da var.

'Yeniden Çıkarken" başlıklı bu bölümde, Lenin'in teori ve pratik konusundaki düşünceleri dile getiriliyor. "PKK'nin tepesine çöreklenmiş önderlik" suçlanıyor. "Yeniden Çıkarken" başlıklı bölüm "Şoreşa Kürdistan’da yeniden el ele Kürdistan'da Yükselen Bağımsız, Özgür ve Sosyalist Geleceğe" sloganlarıyla sona eriyor, (s. 3-5)

Daha sonra, (s. 6-8) arasında şöyle bir yazı var: "İsyan ve özgürlük ateşini bir kez daha yaktık / Direnişin içinde bir kez daha doğduk... Selam olsun çağdaş Newroz Meşalemiz Mazlum Doğan Yoldaş'a / Selam olsun bağımsızlığı ve özgürlüğü için çarpışan yiğit Kürdistan halkına / Selam olsun önderimiz PKK, ARGK ve ERNK'ye!" Yazıda Mazlum Doğan'ın düşüncesi ve eylemi övülüyor. Yazı, "Her şey, bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan için! Her şey ulusal kurtuluş cephemizin yeniden örgütlendirilip geliştirilmesi için!" sloganlarıyla sona eriyor.

Şoreşa Kürdistan’ın 9-27 sahifeleri arasında, Tasfiyeci hain önderlik ve dayanaklarına karşı devrimci çizgiden sapmadan PKK bayrağını yükseltelim" başlıklı bir yazı var. Bu yazının temel amacı, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı aşağılamak ve suçlamak, PKK'yı, gerillaları över gözükmek...

28-31 sahifeleri arasında PKK-DB imzalı bir yazı var. Bu yazı, 'Yurtsever Kürdistan Halkı! Devrimciler, Demokratlar" hitabıyla başlıyor. "Kahrolsun Emperyalizm, sömürgecilik ve Yerel Gericilik!", "Kahrolsun Tasfiyeci İhanet!", "Yaşasın Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi!", "Yaşasın UKH'mızın şanlı önderi PKK ve O'nun Devrimci Çizgisi!" sloganlarıyla sona eriyor. Bu yazının temel amacı da PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak, onun etkinliğini kırmak oluyor.

32-36 sahifeleri arasında, Av. Hüseyin Yıldırım tarafından yazılmış bir yazı var. Yazının başlığı şöyle: "PKK Kadrolarına, Yurtsever Kürdistan Halkına ve Tüm Devrimci-Demokrat Kamuoyuna!" Bu yazıda PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan bizzat Av. Hüseyin Yıldırım tarafından suçlanmaktadır. Bu yazılarda sık sık M. Ali Birand'ın adı geçmektedir.

Şoreşa Kürdistan’ın 37 ve 38. sahifelerinde, "Kucağa oturup sa¬kal yolarak kahramanlık taslayanlara, PKK kadroları gereken cevabı veriyor" başlıklı bir yazı var. Hedef yine PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan.

‘BUNLAR TÜRK DEVLETİNİN SUÇLAMALARI’

e) Yukarıda a, b, c, ve d paragraflarında bazı yayınlardan sözettim. Bu yazılarda PKK övülerek veya övülür gözükerek PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan suçlanmaktadır, aşağılanmaktadır. Bu yazılarla ilgili olarak iki şey söylemek istiyorum. İki hususu vurgulamak gerekiyor. Birincisi şu: PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ile ilgili olarak yapılmış hiç bir düşünceye, hiç bir suçlamaya katılmıyorum. Bunlar Türk devletinin suçlamaları, MİT’in suçlamaları... MİT’in bir şubesi gibi çalışan Türk basınının suçlamaları. Türk sömürge yönetiminin, Türk siyasal partilerinin suçlamaları vs. Bu suçlamaların, bu aşağılamaların hiç bir ağırlığı yoktur. PKK ve PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan et ve tırnak gibi birbirleriyle bütünleşmişlerdir. Bu organik birliği bölmeye, parçalamaya çalışmak için yoğun bir çaba harcandığı açıkça görülmektedir. Kanımca bu boş bir çabadır. Ciddiye alınamaz.

Yukarıda üç numaralı ana paragrafın (e) bölümünde itirafçı Şahin Dönmez'in bir açıklamasına değinmiştim. Burada aynı kişinin bir açıklamasına daha değinmek gerekiyor. İtirafçı Şahin Dönmez, "Apo’yu yok etmeden PKK'yı yok edemezsiniz" diyor. PKK'nın tamamını yok etseniz, geriye bir tek Abdullah Öcalan kalsa o yine bir PKK yaratır, diyor. Bu Abdullah Öcalan ile PKK arasında, güçlü bir organik bağın olduğunu gösteriyor. Yüzyıl dergisinin 21 Ekim 1990 tarihli 12. sayısındaki açıklamalarda da benzer özelliklerin vurgulandığını görmek mümkündür. (Mit'te Kürtlere Özerklik Brifingi) kapaklı sayı.

Vurgulamaya çalıştığım ikinci husus da şu: Senin yazılarında da benzer suçlamalar, benzer düşünceler var. Gerek mektupta, gerek Yekita Sosyalist'te bunları izlemek mümkündür. Senin düşüncelerinin ve suçlamalarının da yukarıdakilere benzemesini bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum.

f) Son olarak bir bildiriden söz etmek istiyorum. PKK-DB (Partiyi Korumak ve Direnişi Yükseltmek İçin Devrimci Birlik Adına Dersimliler Grubu) imzalı 2 sahifelik bir bildiri, 1990 yılı başlarında yayınlanmış.

Bu bildiri, "Yurtsever Kürdistan Halkına ve Bütün İlerici Devrimci Güçlere! Devrimci kisve altında mücadelemizi tasfiye etmek için Hüseyin Yıldırım yoldaşı öldürtmek isteyen Apo'nun provokasyonuna gelmeyelim!" diye başlıyor. M. Ali Birand'dan söz ediyor. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan suçlanıyor, Av. Hüseyin Yıldırım övülüyor. Bildiri, "Yaşasın Ulusal Kurtuluş Mü¬cadelemize İnanmış, İlerici ve Devrimci Güçler! Kahrolsun Tasfiyecilik, Teslimiyetçilik, İhanet ve Mücadelemizi Engelleyici Her Türlü Giri¬şim!" gibi sloganlarla sona eriyor.

Bu bildirinin Kürdistan'da dağıtılmasına devletin göz yumduğunu yakından biliyorum. Hatta inanılır ve güvenilir bazı arkadaşlar bu bildirinin devlet tarafından çoğaltılarak, ajanlar aracılığıyla dağıtıldığını ifade ediyorlar. Senin suçlamalarının da bu bildirilerde yer alan suçlamalara benzemesi karşısında rahatsızlık duyduğumu, hüzün duyduğumu belirtmeliyim.

‘ÖCALAN’IN SAĞLIĞI BÜTÜN KÜRTLERİ İLGİLENDİRMEKTEDİR’

Son mektubunda, yazılarında, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan için "Hasta bir adam", portresi çiziyorsun. Biz arkadaşımızın hasta olmadığını, sağlıklı bir ruhsal ve bedensel yapıya sahip olduğunu biliyoruz. Kaldı ki, kanımca Abdullah Öcalan, PKK Genel Sekreteri olarak görülmemelidir. Abdullah Öcalan artık, bütün Kürt halkının umududur. Omuzlarında milyonlarca Kürt halkının sorumluluğunu taşımaktadır. Yukarıda 10 numaralı ana paragrafta bunu ifade etmeye çalışmıştım. Bu bakımdan PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın sağlığı bütün Kürtleri ilgilendirmelidir.

16. Kürdistan'a ilişkin bilgi üretmeye çalışan kişilerin son derece özgür bir ortamda çalışmaları gerektiğini, kafalarının özgür olması gerektiğini biz ifade ediyoruz. Bunun çok önemli bir prensip olduğunu belirtiyoruz. Kimin bilime ihtiyacı varsa o üretir. Kürtlerin bilime ihtiyacı çok büyüktür, diyoruz. Benim çabalarım kuşkusuz bu doğrultudadır. Eğer bu prensipleri iyi uygulayamıyorsam, bunu benim eksikliğimde aramak gerekir. Olayları, olgular arasındaki ilişkileri kavrayışımdaki eksikliğimde aramak gerekir. Başka arkadaşların bu prensipler doğrultusunda çok daha değerli çalışmalar yapacağından hiç kuşku duymuyorum.

Eleştiri elbette temeldir. Ve ben bu eleştirilerden çok memnunum. Çünkü her eleştiri, eleştirilen insanda yeni yeni ufuklar açar. Onun düşüncelerini, tavır ve davranışlarını etkiler. Bu ifade edilsin veya edilmesin böyledir. Fakat şu da önemlidir İnsanlar kendi yanlışlarına zaman içinde bizzat kendileri varıyorlarsa, bu çok daha değerlidir. Örneğin 1960'lı yılların sonlarında yazılan, iki kere basılan, Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller isimli kitaptaki yanlışların farkına bizzat kendim vardım. 1971 Doğu Duruşmaları bu yanlışların bilincine varmamızda çok büyük rol oynadı. Ve bu kitap 1974'ten sonra bir daha basılmadı. Daha doğrusu basılmasına izin vermedik çok istenmesine rağmen...

PKK'nin beni harcayacağı endişesi var. Senin gibi düşünen arkadaşlarda bu endişe yaygın. Bu endişe haklı değil. PKK'nin düşüncesinin ve eyleminin bizlere heyecan verdiğini yukarıda etraflı bir şekilde anlatmaya çalıştım. PKK, Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenli arkadaşların aksine, 60'lı, 70'li ve 80'li yaş çağlarını yaşayan Kürtlere de çok büyük bir heyecan veriyor. Ben bunun örneklerini yakından gördüm. 15 Ağustos 1984 Atılımından sonra canlanan, dipdiri olan, konuşmaya başlayan pek çok insan tanıyorum. Bunların önemli bir kesimi de KDP’li. Halil ağa, 15 Ağustos Atılımının cereyan ettiği günlerde hastaydı, yataktaydı. 15 Ağustos Atılımını Eruh'da hasta yatağından izledi. Yeğenleri, torunları ona her şeyi anlattılar. 3-4 gün sonra öldü. Ölürken çok mutluydu. "Allah bana bu günleri de gösterdi" diyerek öldü.

‘PKK İLE İLİŞKİLERİMİZ ÖRGÜTSEL DEĞİL, GÖNÜL BİRLİĞİNE DAYANIYOR’

PKK ile, PKK'li arkadaşlarla dostluğu geliştirmek bizim elbette önemli bir amacımız. Bizim PKK ile ilişkilerimiz gönül birliğine, ruh birliğine, yürek birliğine, beyin birliğine dayanıyor. "Harcamak", "harcanmak" çok yanlış kavrayışlar. Bütün bunlara rağmen, yanlış tavır ve davranışlar gelişirse ve bunlar bilinçli olarak gelişirse araya biraz mesafe koymak yeterli olacaktır. İlişkilerimiz örgütsel değil, ifade etmeye çalıştım, ilişkilerimiz yürek birliğine, gönül birliğine, beyin birliğine dayanı¬yor. Doğrusu da budur. Bu bakımdan "harcanmak", "harcamak" gibi endişelere kapılmamak gerekiyor. (1) numaralı ana paragrafta bu konuyla ilgili farklı bir endişeyi irdelemiştim.

17. Değerli Kardeşim, sana uzunca bir mektup yazdığımın farkındayım. Eğer, "eli kanlı örgüt", "cinayet şebekesi PKK" gibi suçlamalar yapsaydın sana bu uzun mektubu yazmazdım. Sadece cevap yazmayacağımı belirten çok kısa bir mektup yazardım.

Dikkat edersen, hep PKK'yi konuşuyoruz. Sen bana o uzun mektubunu PKK dolayısıyla yazdın. Ben de sana cevap veriyorum. PKK'den sözediyorum. Öyleyse, PKK kendisiyle ilgili olarak yazılan her şeyden haberdar olmalıdır. Özellikle kendisi hakkındaki suçlamaları PKK bilmelidir. Bu bakımdan mektubunun bir suretini ve bu cevabı PKK'li arkadaşlara da verdim. Bunu bir görev bildim.

Sana, Gülfer'e, Mustafa'ya, Mustafa'nın çocuklarına, hepinize selam ve sevgilerimi yolluyorum. Sağlık, mutluluk ve başarılar diliyorum. Sağlık, mutluluk ve başarı haberlerinizi beklerim.

Ankara, 19 Kasım 1990

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder