16 Mayıs 2012 Çarşamba
YİĞİTLERİN DERGAHI AĞRI
"Namluları, arazinin içlerine uzanıyordu"
Serhat halkının, Kürtlerin tarihindeki direniş meşalesinin taşınması geleneğinde payı büyüktür. Zaman zaman baskı ve katliamlarda sinmiş gibi gözükse de özgürlüğüne sahip çıkmaktan vazgeçmeyen bir eyaletimizdir. '94 sonrasında
yoğun düşman baskılarına rağmen bu özünü korumasını bilmiştir.
Serhat eyaletimiz coğrafik alan itibariyle diğer eyaletlerimizden daha geniş sınırlara sahiptir. Bir yanı Karadeniz, Erzurum, diğer yanı Kafkaslar'a dayanır. Özellikle Ağrı ve Tendürek alanları coğrafyanın en sarp kesimini oluştururlar. Hemen hemen hiç yok denilecek kadar az bir ormanlık alana sahiptir. Çeşme, Şenkaya, Artvin tarafları sık ormanlık kesimi oluştururken Tendürek dağının uzantısını teşkil eden Aladağ tarafları geniş yaylalık yerlerdir. En yakın iki bölge olan Ağrı ve Tendürek alanlarının arası geniş bir ovayla birbirinden ayrılır. Diğer bölgelerle bağlantı bu ova nedeniyle kopuk kalır. Ağrı dağı duvaklı bir gelin gibidir. Ovanın ortasından gökyüzüne doğru başı dumanlı Ğve sürekli karlıĞ sarp, gri kayalı gövdesiyle ihtişamla yükselir.
1997 yılında on beş kişilik bir grup olarak faaliyetlerde bulunmak amacıyla Tendürek'ten Ağrı dağına doğru yola koyulmuştuk. Ama eyalete girerken düşmanın halka karşı geliştirdiği baskı ve sindirmenin dozajını bildiğimiz için, iki gruba ayrılmıştık. Afat arkadaş, bir grupla Iğdır tarafına, Eyüp arkadaş da bizim grupla birlikte Doğubeyazıt tarafına geçmişti.
Ağrı dağının bir tarafı Iğdır'a, diğer tarafı Doğubeyazıt'ta bakıyordu. Iğdır tarafı kuraktı. Ağrı'nın arazisi susuzdu. Dere ve pınarları çok nadirdi. Dolayısıyla çok kurak olan yerlerde sarnıçlar bulunurdu. Düşman arazide su olmadığını bildiği için gerillayı engellemek amacıyla bu sarnıçlara, ya da pınarlara sabun ya da zehirli maddeler atarak kullanılmayacak hale getiriyordu. Ya da tümden taş ve toprakla dolduruyordu.
Alandaki üslenme çalışmalarını yürütmek amacıyla halkla ilişkilenmek başlı başına bir eylem niteliği taşıyordu. Öyle ki, kontralaşmış, ajanlaşmış, ya da düşmanın baskı ve işkencelerinden dolayı korkarak, işbirlikçileşmiş unsurların ihbarları nedeniyle girdiğimiz köylerden çıktıktan sonra sık sık pusuyla karşılaşıyor ve çatışmalara giriyorduk. Sayımızın az ve esas amacımızın üslenme çalışması olmasından dolayı olabildiğince gizli ve tedbirli olmaya çalışıyor, çatışma ve benzeri durumlarla karşılaşmamaya dikkat ediyorduk. Birkaç ay çalışmalarımız bu çerçevede yürüdü. Bir süre sora bölge komutanımız olan Afat arkadaşla bağlantı kurduk. Afat arkadaş Iğdır tarafındaki gelişmeleri aktardıktan sonra, bizden de gelişmeler hakkında bilgi aldı. Sonra düşmanın yoğun operasyonlarından söz ederek, kısa bir süre önce bulundukları bir noktada düşmanla çatışmaya girdiklerini, iki arkadaşın hafif yaralı olduğunu, Rençber arkadaşın ise şehit düştüğünü belirtti. Beklemediğimizi ve bizi sarsan bir kayıptı Rençber arkadaşın kaybı.
Rençber arkadaş Iğdır Alakızıle köyündendi ve cesareti, fedakarlığı, yoldaşlığıyla arkadaşlar arasıda sevilip, sayılan bir arkadaşımızdı. Köyleri çete (korucu), babası da çete başıydı. Biz Rençber arkadaşın ve diğer arkadaşların durumunun kaygısını yaşarken, Afat arkadaş şifreyle Rençber arkadaşın durumunu anlatıyordu; çatışmada Rençber arkadaşın babası da yer alıyormuş. Rençber arkadaş, direniyor, ama şehadete erişmeden ağır yaralı ele geçiyor. Düşman O'nu çözüp teslim almak için çetelerle birlikte hastaneye götürüyor. Çetelerin içinde babası da varmış, fakat çok gençken gerillaya katılan Rençber arkadaşı değiştiğinden dolayı hastaneye kadar tanıyamıyor, hastaneye yetiştiklerinde Rençber arkadaşı tanımasına rağmen sahip çıkmıyor. Şehadete erdiğinde de sahiplenmiyor. Halk Rençber arkadaşa sahip çıkıyor ve törenle gömüyor. Afat arkadaş Iğdır şehir merkezinden alınan bilgilerden bunları öğrendiklerini, ayrıca yaralı arkadaşların ilaca ihtiyaçları olduğunu ve temin edebilirsek hemen göndermemizi belirtiyordu.
Düşman yaralılarımızın olduğunu biliyordu. Şehir merkezlerinde sayılı olan eczaneleri denetime aldıklarını ve yaralanmalarda kullanılabilecek türden ilaç ve malzemelerin kendilerine bildirilmesinin zorunlu olduğunu, eczanelerin de bunu yaptığını biliyorduk, ama yine de ilaçları ne pahasına olursa olsun bulup arkadaşlara yetiştirmeliydik.
Eyüp, ben ve Rodi arkadaş, Doğubeyazıt'ın kuzeyine düşen İshak Paşa Sarayı'nın da bulunduğu Xanibaba tarafına gidecektik. Araziyi biliyordum. Geniş ovayı çok dikkatli geçmemiz gerekiyordu. Hızla harekete geçtik. Bu ova düşman tarafından çok sıkı denetim alında tutuluyordu. Çünkü bu ova dağlara geçiş yeriydi. Dolayısıyla stratejik yerlere pusu atıyor ya da yükseltilerde tank pusuları kurarak geçiş yerlerini termal kameralarla takip ediyorlardı. Gideceğimiz nokta, bulunduğumuz yerden bir günlük mesafedeydi. Ovayı geçip Xanibaba yakınlarında daha önceden tanıdığım bir köye gittik. Yurtsever bir köylüden düşmana ilişkin bilgiler aldık. O da düşmanın eczane, hastane vb yerlerdeki sıkı denetiminden bahsetti. İlaçların reçetesiz verilmediğini ve alanların gözaltına alındıklarını belirtti. Temin etmesini istediğimiz ilaçları getiremeyeceğini belirtince, gece yarısı tekrar yola koyularak sabaha doğru Xanibaba'nın yakınlarına ulaştık. Çevreyi iyice kontrol ettik. Eyüp arkadaş '94'te bu köye geldiği için, köylüleri ve çevreyi tanıyordu. Akşama kadar uygun bir yerde kaldıktan ve köye girmede bir sorun olmadığını gördükten sonra akşama doğru, Eyüp arkadaşın daha önce ilişki kurduğu bir köylünün evine doğru, çok dikkatli ve kimsenin göremeyeceği bir şekilde ilerledik.
35-40 yaşlarındaki, dinç ve saçları şakaklarında kırlaşmış yurtsever bizi şaşkınlıkla karşıladı. Eyüp arkadaş köyün durumunu sorduktan sonra düşmanın köye gelip gelmediğini sordu. Köylü,
"Birkaç gündür düşmanın yoğun olarak köyde ve çevrede göründüğünü köylüleri sıkıştırdığını, akşamları köy çevresinde pusu attıklarını belirterek, köyün gerilla için fazla güvenli olmadığını" söyledi. Bize, bir-iki saat ötede başka bir köyün ismini veren yurtsever, orada beklememizi, kendisinin de oraya geleceğini bunun daha iyi olacağını belirtti.
Düşmanın alanda yoğun olarak operasyonlar geliştirdiğini bildiğimizden ve Eyüp arkadaş köylüyü iyi tanıdığından dolayı evine girmeden, belirttiği yere doğru hareket geçtik.
İkinci gün akşama doğru yurtseverin belirttiği köydeki eve gittik. Kendisi de gelmiş bizi bekliyordu. Eyüp arkadaşla birlikte evdeki köylülerle genel gelişmeler üzerine konuştuk. Bir süre sonra bizi bekleyen köylüye yalnız ve uygun bir şekilde yaralı arkadaşlarımızın olduğunu ve en kısa zamanda yaralarının iyileşmesi için gerekli ilaçların temin edilmesi gerektiğini söyledik. Yurtsever, maddi imkanları ve sosyal etkinliği ile çevrede tanınan ve sevilen bir insandı. Her koşul altında bir yolunu bulup ilaçları temin edebileceğini biliyorduk. Biz ihtiyaçlarımızı belirttikten sonra köylü eczane ve hastanelerin düşmanın sıkı denetiminde olduğunu, yaralılarımızın olabileceğini hesaplayarak son süreçte sıkı denetim uyguladıklarını söyledi. Ama ne olursa olsun verilen listedeki ilaçları bulup getireceğini belirtti. Kendisine listeyi ve parasını verdik.
Bir sonraki gün listedeki ilaçların tümü olmasa da bir kısmını getirdi. Epeyi zaman kaybettiğimizden hemen yola çıktık. Hangi noktada olduklarını bilmediğimizden Afat arkadaşla cihaz bağlantısı kurmamız gerekiyordu. İki gün sonra bağlantı kurarak, Demirkapı taraflarında olduğunu öğrendik. Yolumuz fazla uzun değildi. Arkadaşlara kavuşmanın heyecanıyla beklemeden hareket ettik.
Birkaç aydır, arkadaşlardan ayrılmamıza rağmen onlara ulaştığımızda sanki yıllardır birbirini görmemiş, bağrında hasret büyütmüş gibi coşkuyla birbirimize sarıldık. Yaralı arkadaşları daha emniyetli bir yere götürmüşlerdi. Bir grup arkadaş biz oraya ulaşır ulaşmaz ilaçları alıp, hızla onlara doğru hareket ettiler.
Gruplar birleştiğinde, Cuma, Bawer ve Rubar arkadaşlar yaralıları daha sağlam ve güvenlikli bir yere götürmek amacıyla yol kontrolü ve keşif için ayrıldılar. Alandaki üslenme ve hazırlık çalışmalarını tamamlayamamıştık. Yönetimin yaptığı toplantıda arkadaşların düşünce ve önerileriyle, yaklaşan kış koşullarından dolayı sınır ötesine çekilme, eğitim ve üslenmeyi orada geliştirme bir zorunluluk olarak karar altına alınmıştı. Serhat, eyaletlerimiz içinde en soğuk ve karlı olan eyaletimizdi. Gücün az olması, düşmanın yoğun operasyonları ve lojistik ihtiyaçlarımızı temin edememe gibi etkenler, alanda üslenmemizi imkansız kılıyordu. Çok zorlu geçeceği ve yoğun belirsizlik barındıracağı için bu karar en uygunuydu ve yaşama geçirilecekti. Baharla birlikte daha donanımlı bir şekilde, yeniden Serhat'ta olacaktık.
Birkaç gün sonra keşifçiler geri döndü. Yaralılarımızın iyi oldukları ve yerlerine sağlam ulaştıkları bilgisi yüreğimizi ferahlattı. Gidiş hazırlıklarına başladığımızda, keşifçilerimizi önden gönderdik. Mevcut cephane ve eşyalarımızın bir kısmını sakladık.
Geçeceğimiz yol hattı düşman tarafından sıkı kontrol altında tutuluyordu ve karakolların olduğu bir yol güzergahıydı. Bu güzergahın dışındaki yerlerin riski daha az değildi. Keşifçilerimiz geldikten sonra harekete geçtik. Sınırda kontrol oldukça yoğundu. Her yarım saatte bir iki karakol arasından panzer gelip geçiyordu. Bu karakollar sınırın üstünde yer alıyorlardı. Bunun dışında karakola uzak olan yerlerde pusular atılmıştı. İki karakol arasından çok dikkatli ve tedbirli olarak geçmemize rağmen pusudaki bir düşman birimi tarafından fark edildik. Silahlar patlamaya, izli mermiler her taraftan üzerimize akmaya başladı. Gece olduğundan bu bir anlık telaş arkadaşların bir biriden kopmasına neden olmuştu.
Eyüp arkadaş farklı bir yöne, Cuma, İsa, İbrahim arkadaşlar farklı bir yöne gitmişlerdi. Ben ise orta bir yerde kalmıştım. Arkadaşları aradım, birlikte olduğumuz Bahoz arkadaş da ayrı bir yöne gitmişti. Afat arkadaşa ulaşabildim. Sonra grupla birlikte küçük bir vadiden hızla Küçük Ağrı'ya doğru hareket ettik. Yaralı ve şehidimiz yoktu. Ama böyle bir yerde düşmana görünmek çok riskliydi. Sınırı geçememiştik. Kendimize güvenlikli bir yer bulmaya çalışıyorduk. Yarın her şey olabilirdi ve biz buna hazırlıklı olmalıydık. Vadinin bittiği yerde Cuma, İsa ve İbrahim arkadaşları gördük. Onları da yanımıza alarak ilerlerken, karakolların etrafında ve arazinin muhtelif yerlerine konumlandırılmış lazer ve termal kameralı tanklar dağa çıkışımızı görüntülemiş top atışlarına başlamışlardı. Hemen orada uygun bir yer bulduk. Termal ve lazerin işlevsiz olabileceğini düşündüğümüz sabah vaktini bekleyecektik. Sabahın ilk ışıklarıyla kaskatı kesilmiş vücutlarımızla, mesafeli bir şekilde hareket ettiğimizde tanklar yeniden yerimizi öğrenmiş, toplarla çevreyi toz dumana katıyorlardı. Bu atışlar sırasında Cuma, Navdar ve İbrahim arkadaşlar bizden koptular. Artık dokuz arkadaş kalmıştık. Atışlar o kadar yoğundu ki hareket etme bir yana, başımızı yerden kaldıramıyorduk.
Uygun bir anda üzerinde olduğumuz patikadan sürüne sürüne ilerlemeye başladık. Günlerin yorgunluğu üzerimizde ağırlığını hissettiriyordu artık. Bir yandan kafamızın üstünden vınlayarak geçen şarapnel parçaları, diğer yandan toz, toprak, taş yağmuru altında genzimizi yakan barut kokusu oldukça zorlayıcı olmaya başlamıştı. Önümüzdeki tepeye bir an önce ulaşmamız gerekiyordu. Çünkü bu tank atışları düşmanın piyade gücünün üzerimize rahatça gelmesine ve hızla toparlanmasına zaman sağlıyordu. Ancak biz, hızlı hareket edemiyorduk. Başımızı dahi kaldıramadan iki üç saat boyunca sürünerek yol almak zorunda kaldık. Birçok arkadaşın dirseklerinden ve dizlerinden kan akıyordu. Biz yetişmeden düşman gideceğimiz tepeyi tutmuştu. Her tarafımız uyuşmuş ayağa kalkamayacak bir hale gelmiştik. Tank atışları hafiflemişti. Çünkü piyadeyle aramızda fazla bir mesafe kalmamıştı. Atışlar kesilince hızla Küçük Ağrı'ya doğru koşmaya başladık. Oraya düşmandan önce yetişmeliydik. Buranın kayalık volkanik bir arazi yapısı vardı, tek bir ağaç dahi yok gibiydi. Tüm gücümüzü sarf ederek Tujik karakoluna inen sırtın üst kısmına kendimizi ulaştırdık. Düşmanın kara birliği ardımızdan geliyordu. Hiç zaman kaybetmeden daha yukarılara tırmandık.
Cephanelerimizi alanda bıraktığımızdan her arkadaş da iki şarjör ve bir silahtan başka bir şey yoktu. Herhangi bir temas durumunda bu cephanemizi en iyi şekilde kullanmalıydık, onun içinde sağlam bir yere ulaşmalıydık. Ağrının zirvesine yakın sarp kayalıklı bir yerde mevzilendik. Düşman üstümüzden dolaşarak gelmeyi denedi. Ancak çok sarp ve uçurumlarla dolu olduğu için üstümüzü tutamadı. Bulunduğumuz yerden düşmanı dürbün ve çıplak gözle görebiliyor cihazla da takip edebiliyorduk.
Operasyonu yürüten koordineleri operasyon gücüne durumlarını soruyordu. Etrafımızda bulunan gücün sorumlusu ona "üstlerine gidemiyoruz" diye cevap verince koordine, operasyon gücüne hemen ayrılmalarını, tanklarla bulunduğumuz yeri döveceklerini söyledi. Biz bu kısa andan faydalanarak gizli ve hızlı bir şekilde arka taraftaki daha emniyetli kayalıklara geçtik. Yerimizi değiştirmiştik. Güneşin son ışıkları Ağrının heybetli doruklarına vuruyordu. Yeni yerimizde her yan karla kaplıydı.
Tankların tümünün namlusu bize doğru çevrilmişti, fakat hareketimizi göremediklerinden atışa başlamıyorlardı. Hava gittikçe soğuyor, buz gibi esen rüzgar her yanımızı kesiyordu. O gece sabaha kadar hem tankların toplarından hem de gittikçe korkunçlaşan soğuktan korunmak için uğraşırken ne açlığımız, ne bitkinliğimiz aklımıza geldi. Anı anına uyanık ve olasılıklara karşı tetikte olmak gerekiyordu.
Sabah Davut arkadaşın sesiyle kendime gelebildim. Heyecanla çevreme bakındım, her taraf beyaz tül perde gibi yoğun sisle kaplıydı. Hemen toparlandık, heyecan, sevinç, korku, iç içe yaşanıyordu. Hızla hareket ettik. Ne kimse bizi ne de biz kimseyi görebilirdik. Yönümüzü belirleyerek ilerledik.
Herhangi bir durumda aramızda ve diğer gruplarla buluşma noktalarımız belirlenmişti. Birinci nokta düşmanın denetim alanına girebileceğinden ikinci noktaya gittik. Önden keşifçilerimizi kontrol amaçlı gönderdik. Noktada kimse yoktu, ama hemen altındaki küçük mangadan sesler geliyordu. İyice anlamak için mevzilendik ve bekledik. Sonra uygun bir şekilde yaklaşarak aramızdaki parolayı söyledik; arkadaşlardı. Hemen ardından iki gruba ayrıldık. Hem güvenlik acısından hem de daha hızlı hareket etme bakımından ayrı yönlerden sınırı geçmeye çalışacaktık. Bizim güzergahımız ovadan geçiyor iki sınır karakolunun arasından devam ediyordu. Ova kısmı bir bir buçuk saatti. Oraya ulaştığımızda, tanklar mevzilenmişti. Stratejik yerlere dönük namluları, arazinin içlerine uzanıyordu.
Karanlığın çökmesiyle beraber hızla harekete geçtik. Kısa olan mesafeyi dikkatli bir şekilde iki saatte geçtik. Bir süre sora daha önceden tanıdığım bir köye vardık. Amacımız gideceğimiz yol hattına ilişkin bilgi almak ve bazı zorunlu ihtiyaçlarımızı temin edip çıkmaktı. Yükseklere doğru çıktığımızdan yerdeki karda izlerimiz çıkmıştı. Usulca tanıdığım bir eve doğru ilerledik. Tahta kapıyı çaldım. Bir süre sonra perdesi açılan demir parmaklıklı pencereden bir kadın sesi kim olduğumuzu sorunca kendimizi tanıttık. Kadının korku ve heyecandan sesi titriyordu. "Kocasının düşman tarafından götürüldüğünü, hemen gitmemizi" söylüyordu. Gecenin geç saatleri olduğundan köyün ışıkları sönüktü. Kimse bizi fark edemezdi. İhtiyaçlarımızı ve bilgileri bölük pörçük de olsa aldıktan sonra hemen köyden çıktık. Sabaha doğru vardığımız yaylalık arazi, sınırla aramızda bir hat olarak duruyordu. Kardaki izlerimizden ve yaylanın tenhalığından dolayı hiç zaman kaybetmeden buralardan gitmek zorundaydık. Yoksa çıkacak herhangi bir çatışmada durumumuz iyi olmazdı.
Arkadaşları bir yerde bıraktıktan sonra yol hattımızı kontrol etmek amacıyla Afat arkadaşla birlikte sürüne sürüne yönümüzü keşfetmeye çalıştık. Karakollar ve devriyelerin dışında birkaç köy de bu alanda bulunuyordu. Bu köylerin bir çoğu düşmanla açık gizli ilişki halindeydiler. Biz bu kaygılar içerisinde çok gizli bir biçimde hareket ederken bu köylerin çobanları bizi görmüşlerdi. Hemen yerimizi değiştirerek, ters yönde ufak bir vadiye girdik. Akşama kadar zaman bir işkence halini almıştı. Kimse uyumadı, dört gözle çevremizi kontrol ediyor, ha şimdi, ha biraz sonra düşman gelecek ve biz çatışmaya gireceğiz diye bekliyorduk. Ama kimse gelmedi.
Karanlık basınca sınırın öte yüzüne geçecektik. Karanlıkla birlikte hareket ettik. Kar tipi ve yaylalık araziden iki saat sürüne sürüne geçeğimiz yerin çok yakınına geldik. İyice keşfettiğimizde geçeceğimiz yerde düşmanın konumlandığını fark ettik. Ne geri dönebilirdik ne de bekleyebilirdik. Kısa bir tartışma anından sonra varolan bombalarımızı hazır halde elimize aldık, silahlarımızın ağzındaki mermileri kontrol ettik. Düşmanın altından sınırı geçecektik. Artık ondan sonrasında ne var ne yok bilemiyorduk.
Çift çift mesafeli bir şeklide ilerledik, geri dönüş her halükarda ölümdü, öyleyse herhangi bir temas durumunda gerekli cevabı verecektik. Şimdiye kadar olabildiğince çatışmalardan uzak kalmıştık. Ama ne doğa koşulları ne de geldiğimiz yer artık buna izin vermiyordu. Çok duyarlı ve dikkatli oluyorduk. Ancak bir şeyde olacaksa bunu biz kendi insiyatifimizle yapacak, düşmana fırsat vermeyecektik.
Yolu geçtik... Önümüze çıkan küçük bir kulübeyi de kontrol ettik, boş çıktı. O kadar sessiz ve dikkatli hareket ediyorduk ki, düşman sınırı geçişimizi sezememişti.
Cuma arkadaşın grubunun düşmanın pususuna takıldığını sonradan öğrenecektik. Birkaç gün sonra dağılan grubumuz bulunduğumuz randevu yerine sağ salim ulaşmıştı. Coşku ve sevincimizi Rençber arkadaşın yokluğu gölgeliyordu. Tüm yoldaşlarla kucaklaşırken, Ağrı dağının heybetli, dumanlı tepesine bakarak, "Daha güçlü bir şeklide Rençber arkadaşın ve tüm şehitlerimizin bayrağını dalgalandırmaya geleceğiz, baharda oradayız. Bekle bizi yiğitlerin dergahı Ağrı..." diye seslendim
Şero Mardin
Kaynak: Rojaciwan.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder