7 Ağustos 2012 Salı

Sidar Basut: Kuyruklarımız Gitti, Sıradaki!...


“Kart kurttan” nerelere geldik. Oysa ki daha dün gibi aklımda, memur olan dedemin “batı”dan bizim memlekete, yani Ağrı’ya tayini çıkan bir hemşirenin kendisine “siz kuyruklarınızı nereye saklıyorsunuz” deyişi. Hakikaten şu teknoloji olmasaydı, bizi hala “kuyruklu” zannedenler olacak mıydı, doğrusu merak ediyorum!



Bu ülkede az aklı evvel “araştırmacı-yazarlar”, Kürtler üzerine “tezler” yazmadı, Kürtlerin varlığını yok saymak üzere az teori geliştirmediler. Zaman denilen devasa makine, pek çoğunu un ufak edip, tozlu raflarında bile onlara yer ayırmazken, bazılarının tezlerinin hala konuşulduğu malum.

Birçoklarına göre “görmezlikten gelinen” ve bir türlü “halk” olma statüsüne erişememiş biz Kürtlerin, kendi içimizde birbirimize yaşattığımız trajediler de hiç şüphesiz daha acıklı ve daha vahim boyutlara varmadı değil. Zira bir elin uzattığını diğer el tutmayınca, birliktelikten söz etmek de hep hayal oldu Kürdistan topraklarında. Şimdi gelinen noktada Suriye’yle birlikte Kürtler varlık gösterme noktasında yeni bir hareket ve ivme kazandı. Söz söyleyenlerin çokluğu kadar, hak iddia edenlerin çokluğu da aşikar.

Gelinen noktada biz Kürtlere göre “batı”, Türklere göre “kuzey” olan Suriye parçasını düşündüğümde yıllar önce babamın “dema nû” gazetesinde yazdığı bir yazı aklıma geliyor. O yazısında Kürtler arasında yaygın olan şöyle bir durumdan söz etmişti:

“Yeni doğum yapan ineklerin yavruları öldüğünde, hem ineğin sütü kesilmesin, hem de başka bir yavru o sütten beslensin diye, ineğin başına çuval geçirilip serseme çevrildikten sonra, yeni doğan başka bir yavru emzirilmek üzere yanına getirilirmiş. Serseme dönen inek yavruyu kendisinin zannedip emzirdikten sonra, zaten kokusuna alışıp yadırgamadığı için, sonrasında da sorun çıkmıyormuş.”

Yüzyıllardır doğum sancısı çeken, zaman zaman acı bir şekilde “kürtajı” yapılan (Roboski’yi unutmayalım!) biz Kürtlerde vakit doğuma yaklaştı. Bebek ha çıktı ha çıkacak. Tam da bu noktada biz Kürtlerin başına çuval geçirip serseme çevirmek isteyen o kadar çok “komşu”su var ki! Kanmaya dünden hazır, kandırılmaya pek müsait olduğumuzdan mıdır nedir, hep diken üstünde ama hep kanarak yola devam etmişiz. Şu ara pek çok Kürd’ü olduğu gibi beni de saran korkunun, içten içe tırmalayan şüphenin nedeni bu olsa gerek!

Oysa ki “kuyruklu” halimizden sıyrılıp, “aaa sen hiç Kürtlere benzemiyorsun” saçmalığına olan direngenliğimiz takdire şayan bir durum değil miydi? Değil mi ki, benim gibi şuan 30’larında olan bir insanın ilkokulda ana dili yasaklanmıştı ve yine benim gibi adı Kürtçe olanların maruz kaldığı baskı, çocuk yüreğimizde dağlar kadar kocamandı! Hele bir de babası “Kürt” olmaktan mahpussa, o zaman yaşadıklarımıza tarif imkansızdı.

Ben kızımın adını “Helin” koydum, babası “Nehir”. Demek ki biz “komşu olmayı bile beceremediğimiz bir halkla, sevgili olmak için boşuna bir çaba içine girmişiz”  çıkmazını en yoğun yaşadığım dönem ve ülkem gibi kızımı da “böldüğümüz” isim koyma savaşı! Sonuç itibariyle adını “Helin Nehir” koyduğumuz kızım için hep şunu diledim: “hayatı bir nehir kadar aydınlık, bir kuş yuvası kadar sıcak olsun.” Kürtlerin özgürlüğe daha yakın olduğu bu dönemde bütün dünya çocukları ve tabii ki Kürt çocukları için bunu diliyorum. Yönetim şekli ve biçimi her ne olursa olsun, eğer bir ülkede çocuklar “mutlu, huzurlu ve kendilerini yaşadıkları yere ait” hissediyorlarsa, o topraklar özgür demektir. Özgür yarınlara…

Sidar Basut

Kaynak: agendakurd.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder