BDP Ağrı Milletvekili Halil Aksoy'un Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'de 2014 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı görüşmelerinde 14.12.2013'de yaptığı konuşma.
BDP Ağrı Milletvekili Halil Aksoy'un Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'de 2014 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı görüşmelerinde 14.12.2013'de yaptığı konuşmayı olduğu gibi siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz....
BDP GRUBU ADINA HALİL AKSOY (Ağrı) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; görüşülmekte olan 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı'nda yer alan Orman Genel Müdürlüğü bütçesi üzerinde söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Türkiye'de demokrasi ve insan hakları kültürü gelişmediği gibi, kültür ve tabiat varlıklarını koruma kültürü de yeterince gelişmemiştir. Köklü bir tarihsel kültüre ve büyük bir doğa potansiyeline sahip olan Türkiye'nin zenginlikleri hükûmetler tarafından bilinçli ya da bilinçsiz politikalar neticesinde yok edildi, talan edildi. Bu talan en çok da bu Hükûmet döneminde yaşandı, hâlâ da yaşanıyor. Tarihî ve doğal varlıklar hiç kimsenin mülkiyetinde olmayıp sonraki kuşaklara en duru şekilde aktarılacak zenginlik miraslarımızdandır. Bizden sonraki kuşaklara bırakacağımız bu emanetleri yok etmek, kirletmek en büyük insanlık suçlarından biridir. Avrupa ülkeleri, tarih, kültür ve tabiat varlıklarını koruma projeleri için büyük bütçeler ayırmaktadırlar. Bu anlamda, halkı bilinçlendirmek amacıyla ciddi kampanyalar gerçekleştiriyorlar, eğitimler veriyorlar. Ancak, Türkiye'de, bu bilinç ve hassasiyet yok denecek kadar azdır. Unutmayalım ki, tüm insanlığın ortak mirası olan bu varlıkların ve tarihî alanların korunması, gelecek kuşaklara aktarılması başta devletlerin ve tüm insanlığın ortak sorumluluğundadır.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin çevreye, tarihsel yapılara ve doğaya önem vermediğinin bir kanıtı da, binlerce hektar ormanlık alanın yok edilmesidir. Milyonlarca ağaç, binlerce hektar ormanlık alan başkanlık sarayları, yeni yollar, köprüler, oteller için kesilmekte, doğa katliamı yapılmaktadır. Çevresel sorunların her boyutuyla baş gösterdiği bir dönemde her yıl binlerce hektarlık ormanlık alanların yakılması, çeşitli yasalarla turistik bölgelere tahsis edilmesi, çılgın projelerle yok edilmesi kabul edilemez bir uygulamadır.
Değerli milletvekilleri, AKP Hükûmeti iktidara geldiği 2002 yılından bugüne, kestane ve kızılağacı orman ağacı olmaktan çıkaran yasa, Maden Yasası, Yenilenebilir Enerji Yasası, Turizmi Teşvik Yasası, Mera Yasası, 2/B Yasası, Kadastro Yasası ve benzeri yasaların yanı sıra, Ağaçlandırma Yönetmenliği, Amenajman Yönetmeliği, İzin Yönetmeliği, 2/B Yönetmeliği gibi yasa ve yönetmelikler çıkarılarak ormanların sermayeye peşkeş çekilmesi sağlanmıştır. Bilime, hukuka ve insanlığa aykırı bu uygulamaların düzeltilmesi için başvurulacak yargı yolları da açıkça kapatılmıştır. Birçok projede, idare mahkemelerinin yürütmeyi durdurma kararı almasına karşın, talan ve yıkıma devam edilmiş, hukuk ayaklar altına alınmıştır. Buna örnek, Atatürk Orman Çiftliğinde yapılan Başbakanlık yerleşkesidir.
Değerli milletvekilleri, ormanlar her türlü maden işletmeciliğine, turizm yatırımına, HES'lere, enerji yatırımına, çöplük alanına ve benzeri şeylere tahsis edilmek suretiyle, sermayeye ucuz arsa fırsatı yaratılmıştır. İktidara geldiği günden bugüne Türkiye'yi betonlaştıran ve ekonomik krizden çıkışın yolunu sadece inşaat sektöründe gören AKP Hükûmeti, bunun için de doğal varlıkların başında yer alan ormanları bu sektörlerin çıkarına sunmaktadır. Ormanların sermaye için yatırımlara tahsis edilmesinin sınırlarının alabildiğince genişletilmesi dahi yeterli görülmemiş, 2/B yasasıyla talana yasal kılıf uydurulmuştur. Hem gerekli önlemlerin alınmaması hem de kasıtlı olarak çıkarılan orman yangınları ve orman talanı nedeniyle, her geçen gün, orman vasfını kaybeden 473 bin hektarın üzerindeki arazi, yeniden ormanlaştırma yerine, 2/B kapsamında imara açılmıştır. Üstelik bunu yaparken orman köylüsü mağdur edilmiş, büyük sermayedarlara ucuz fiyatlarla bu araziler peşkeş çekilmiştir.
Bir yandan, orman vasfını yitirdikleri gerekçesiyle binlerce hektar ormanlık alan talan edilirken, öbür yandan, tarım arazisi niteliğini yitirdiği ve ormanlık arazi olduğu gerekçesiyle Süryanilerin toprakları da gasbedilmektedir. Peki, topraklar neden tarım arazisi niteliğini kaybetti, biliyor musunuz? Çünkü, bu coğrafyada Süryanilerin yoğun bir nüfusu vardı. 1915'lerden tutalım 90'lı yıllara kadar Süryaniler baskı ve katliamlara maruz kaldılar ve topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Kaçan Süryanilerin arazileri yıllarca işlenmediği için bakımsız kaldı, dolayısıyla, orman hâline geldi. Manastır arazisi de bu şekilde ormanlık arazi hâline geldi. İşte, AKP'nin elindeki tek gerekçe bu toprakların orman olduğu, tarım arazisi vasfını taşımadığı yönündedir. Açıklanan pakette gasbedilen 276 dönümlük manastır arazisi iade edildi ancak bunu yaparken de bir lütuf gibi sunuldu. Oysa, yapılan şey gasbedilen bir hakkın iadesiydi. Bu kez de kadastro çalışmalarıyla Süryanilerin kişisel arazileri yine aynı gerekçelerle yani tarım arazisi vasfını yitirdiği gerekçesiyle hazineye devredilmek istenmektedir. Yani kaşıkla verip kepçeyle alıyorsunuz, doğrusu anlamakta oldukça güçlük çekiyoruz.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin yüzde 80 oranında bir orman alanına sahip olabilme kapasitesine sahip olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki, şu an ülke topraklarının ancak yüzde 27'si ormanla kaplıdır.
Bir ülkenin ormanlarının yeterli seviyede olabilmesi için o ülkenin yüzde 30'unun ormanla kaplı olması gerekmektedir. Ancak mevcut ormanların yaklaşık yüzde 80'inin verimsiz ormanlardan oluşması göz önüne alındığında, bu, hiç de olumlu bir tablo olarak karşımıza çıkmamaktadır. Ormanlarımızın yüzde 94'ü ise doğal orman niteliğindedir. Bugün, orman alanlarımızın ancak yüzde 20'sinin kadastrosu, tapu tescili yapılabilmiştir.
Her ne kadar, Anayasa ve yasalarda orman alanlarının korunması ve daraltılmayacağına ilişkin hükümler yer alıyorsa da, "Ancak" ile başlayan cümleler ile bu ilkeler sürekli aşındırılmış ve yok sayılmıştır.
Yanan orman alanlarının ağaçlandırılacağı, yasada zorunlu kılınsa da, 1985 yılından günümüze, 250 bin hektar orman alanı yanmış, ancak bu alanların sadece, yaklaşık olarak 50 bin hektarı, diğer bir deyişle, yüzde 20'si ağaçlandırılarak geri kazanılmıştır.
Anayasa'daki bu açık hükme rağmen, askerî operasyonlar sırasında, son otuz yılda, Hakkâri, Dersim, Şırnak, Bingöl, Bitlis, kısacası Kürdistan coğrafyasında ormanlar yakıldı. Sadece Hakkâri'de ormanlık alanların yüzde 60'ı bu gerekçeyle yakılarak yok edildi.
2012 yılı yaz aylarında güvenlik güçleri tarafından Cudi'de, Şemdinli'de savaş uçaklarının attığı bombalar neticesinde çıkan yangının bölge halkı tarafından söndürülmeye çalışılması sırasında bile bu eylem engellendi. Ormanların yakıldığı yetmiyormuş gibi, söndürülmesine de karşı çıkan bir anlayış ve zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım.
Bakınız, 2011 yılında vermiş olduğumuz soru önergesine verilen gayriciddi cevapta, Kürt coğrafyasında 1991-2011 yılları arasında 810 orman yangını çıktığı, 12.926 hektar ormanlık alanın zarar gördüğü belirtiliyor. Ayrıca, cevapta, orman yangınlarının yüzde 43'ünün ihmal ve dikkatsizlik nedeniyle meydana geldiği, yüzde 31'inin ise bilinmeyen, meçhul nedenlerden meydana geldiği dile getiriliyor.
Merak etmeyin, biz bu ormanların nasıl, kimler tarafından yakıldığını çok iyi biliyoruz, tıpkı, 17 bin faili meçhul cinayetin katillerini bildiğimiz gibi, bu yangınların da failleri saklı değil.
PKK'nin yaşam alanlarını daraltma adına, doğa katliamı yapılması konusunda şunu belirtmek gerekir: Otuz yıldan fazla devam eden savaşta denenmeyen hiçbir yöntem kalmadı. Sonuç alınamayan bu yöntemlerle, ülkenin en büyük zenginlikleri yok edildi, sadece doğal kaynakları değil ayrıca, mali kaynakları da heba edildi.
Değerli milletvekilleri, özellikle 1980'lerden sonra, kapitalist sermaye için her türlü kamusal varlık ve hizmet alanının özelleştirilmesi yoluna gidilmiş midir? Gidilmiştir. Bu kapsamda, başta orman ve mera sayılan yerler olmak üzere, devletin mülkiyetiyle gözetimindeki araziler, kıyılar, göller, akarsular, doğal varlık ve ormanların yerli ve yabancı sermayeye çeşitli yollarla devredilmesi, satılması veya kiralanması hızla yaygınlaştırılan uygulamalar arasındadır. Bu anlamda, özellikle tarihî ve kültürel miraslar da bu politikalara kurban edilmiş, binlerce yıllık tarihî yerler sular altında kalmayla yüz yüze kalmıştır. Orman alanlarının bilim ve fen bakımından orman vasfını yitirerek orman dışına çıkartılmasının önü kesilmesi gerekirken, tam tersine, farklı amaçlar ve sektörler adına işgal edilerek özel mülkiyete geçirilmesi, yerli veya yabancılara satılarak bütçeye gelir sağlanması yönünde sürekli girişimler yapılmıştır.
1992 yılında, Atatürk Orman Çiftliği bölgesi, doğal bir tarihî sit alanı olarak ilan edilmişti, biliyorsunuz. Daha sonra, 1'inci derecede sit alanı olarak tescil edildi. Ancak 2013 yılında burası 3'üncü derece sit alanı hâline getirildi ve şu anda Başbakanlık binası yapılıyor. Orada 10 bine yakın ağaç kesilmiş ve bir "ak saray" inşa ediliyor. Yine, bu "ak saray" için Orman Genel Müdürlük merkez yerleşkesi de yerle bir edildi. İdari birimler ve çalışanlar âdeta sığıntı gibi, Ankara'nın çeşitli semtlerindeki kiralık binalara dağıtıldılar. Bir gecede Orta Doğu Teknik Üniversitesinin ormanında yüzlerce ağaç kestiniz. Bu durumu protesto eden öğrencileri de gazladınız, copladınız. "Yol için gerekirse camiyi bile yakarız." dedi Sayın Başbakan, hatırlandığı gibi. Bu cümle bile, sizin inanç ve adalet konusunda ne kadar samimi olduğunuzu ortaya koymaktadır.
İstanbul'un ormanlarını, Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı, üçüncü köprü ve daha birçok projeyle yok etmek istiyorsunuz.
Yine, kuzey ormanları tüm İstanbul'a nefes aldıran bir ekosistemdir.
Kuzey ormanlarında kesilen ağaçların taşınması mümkün değil, bu bir doğa katliamıdır açıkça. "Kuzey ormanlarında milyonlarca ağaç kestik, üzerine milyarlarca ağaç dikeriz." denilmiş olmasına rağmen, bunun da mümkün olmadığı görülüyor. Dikilecek tek bir fidanın dahi kendi ekosistemini geliştirebilmesi için yirmi-otuz yıla ihtiyaç vardır. Kuzey ormanlarının katledilmesiyle birlikte yeni yaşam alanlarının açılması, İstanbul'u hepten bitirecektir.
Hükûmet, trafik sorununu gerekçe gösterse de bilimsel çalışmalar üçüncü köprünün İstanbul trafiğine çok az bir katkısı olacağını gösteriyor, her ne kadar yüzde 5'lik, yüzde 3'lük bir katkı trafiği rahatlatmayacaksa da hükûmet bunda ısrar etmektedir. Trafiğe bu kadar küçük bir etki için bu kadar büyük bir mali yatırım, çevrenin bu kadar ciddi tahribatı hiçbir şeyle açıklanamaz.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'de bir diğer önemli yıkım ve talan olayı ise ülkenin suları üzerinde gerçekleşmektedir. Hükûmet tarafından para kazanılan, kâr edilen bir meta hâline getirilmek istenilen ülke sularının yaşamsal bir varlık olduğu ve kamuya ait olduğu âdeta unutulmuş ya da artık tamamen inkâr edilir bir hâle gelmiştir. Doğaya ve insana can veren akarsular, yer altı suları su kullanım hakkı sözleşmesiyle kırk dokuz yıllığına özel sektöre peşkeş çekilmiştir ve birçok yerde satılmıştır.
Küresel rant ve sermaye gruplarının gün geçtikçe daha da saldırganlaştığı günümüzde, suyun ve doğanın farklı etkilerle ticarileştirildiği ve çıkar ortaklı proje ve çalışmalarla yok edilmeye çalışıldığı artık gün gibi ortadadır. Bu uğurda, binlerce yıllık kültür mirası Hasankeyf'i su altında bırakıyorsunuz. Yine, her biri doğa harikası Munzur Vadisi'ni, Fırtına Vadisi'ni ve daha birçok yeri yok ediyorsunuz. Bunun vebali ağırdır, bir kez daha hatırlatmakta yarar var.
Kamu ve özel sektör tarafından Türkiye genelinde yapılması planlanan 2 bine yakın nehir tipi HES projesi bulunmaktadır. Bu kadar kapsamlı ve yakıcı etkisi olan HES'ler ne yazık ki projelerin tamamlanması öngörülen 2023 yılında elektrik talebinin sadece yüzde 5'ini karşılayabilecek durumdadır. Bu durum ise çevreye verilen zarar düşünüldüğünde çok ağır bir bedeli içermektedir. Aynı HES'ler ile sularımızın kullanım hakkı çok uluslu şirketlere verilmektedir ve bu şirketlerde yüzlerce kişi değil, sadece birkaç kişi çalışmakta ve söz konusu şirketler akla hayale sığmayan oranlarda rant sağlamaktadır. Bir başka değişle, istihdam politikasına katkıları da yoktur.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; HES projeleri, ayrıca, AKP Hükûmetinin uyguladığı Kürt coğrafyasını insansızlaştırma politikası amacı gereği, Fırat'ın ötesinde enerji kaynağı yaratma adı altında stratejik bir silah olarak kullanılmaktadır. Kürt coğrafyasında tarım ve hayvancılık alanında yaşamsal öneme sahip olan Dicle, Zap, Munzur gibi akarsuların üzerine kurulan HES projeleri, kuruldukları coğrafyayı insandan arındırmaktadır. Zap Suyu'nun üzerine kurulması düşünülen ve hâlen inşaat aşamasında olan HES projesi, Kazan Vadisi'nin girişine yapılacak Irak Federe Kürdistan'ı sınırıyla Türkiye sınırını birbirinden ayırmaya yönelik projedir. Buradaki güzergahın sular altında kalmasıyla birlikte, Çukurca'nın bazı köylerinin Kuzey Irak ile irtibatının kesilmesine yol açacaktır. Bu vesileyle, Zap Vadisi'ndeki bazı köylerin boşaltılması açıkça hedeflenmektedir.
Tıpkı Munzur Vadisi'nde olduğu gibi, devlet, bir dönemler yakarak, yıkarak, silah zoruyla boşalttığı köyleri, strateji değiştirerek, insanların ortak kullanımında olan akarsuları kullanarak boşaltmayı amaçlıyor. Yıllarca devam eden bu türlü asimilasyon politikalarının ardından silahlarla, tanklarla, bombalarla ellerinden dilleri ve kültürleri, kimlikleri ve toprakları, alınan bu halk Kürtlerdir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
HALİL AKSOY (Devamla) - Elbette ki daha önceki yönetimlere karşı gösterdiği direnişin aynısını, Kürtler, HES projeleriyle uygulanmak istenen insansızlaştırma politikalarına karşı da göstereceklerdir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Bu duygularla Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder