9 Eylül 2014 Salı

Ağrı'daki Anıt Mevzusu ve Tarihin Gölgesi

Avrupa Halkın Sesi - Ağrılı araştırmacı / yazar N. Robîn Jan, Ağrı merkezdeki Abide ile ilgili tartışmalara nokta koyacak bir yazı kaleme aldı. Yazar, 1930'a tanıklık etmiş bir çok kişi ile konuşmuş, tanıkların dilinden uçakların Ağrı halkını nasıl bombaladığını ve Türk askerlerinin Ağrı ve çevresinde nasıl katliamlar yaptığını yazdı.


İşte yazarımızın tartışmalara nokta koyacak yazısı... 

Düşünürler tarihi incelendiği zaman kimi düşünürlerin sembollerin yoketmeyi ifade ettiği konusunda hem fikir olduklarını görülür. Sembollere insanlar güç verir, tek başına semboller anlamsızdır. Güç verilmiş semboller ölümcüldür... Tarihin bas, bas bağırdığı bir slogan haline gelmiş bu cümleler. Memleketin her yanında uyduruk bir efsane iliştirilmiş semboller bulmak mümkündür. Bir zaman İran ürünlerinin içindeki olduğu paketlerin üzerinde Arapçaya benzer yazılar ve ürün tanıtım metinleri gördüğümüz zaman, bunları kutsal birer ayetmiş gibi yerden kaldırır, üç defa öper, üç defa alnımıza sürer sonra bizi cennete götürmesini umarak bu İran ürünlerini bir duvarın deliğine saklardık. Bu ürünler tütün paketi ya da çikolata ambalajı olabiliyordu. İnsanın bilinçaltına yerleştirilmiş gereksizlikler insanın insan olma yolundaki en büyük engelleridir. Ağrı’da tartışılan Anıt mevzusu da buna benzer bir durum.

1980’lı yılların Ağrı’sını hatırlayanlar iyi bilir. Bugün üzerinde tartışılan pervaneli anıt, şimdiki yerin aksine, sırtı beden terbiyesi müdürlüğüne bakan bakımsız, neyi ifade ettiği anlaşılmayan ama sembol gibi duran bir beton yığınıydı. Bu anıtının yeri değiştirildiği gün (1981 yılının sonbaharında) bizzat anıt da kazı yapanların burnunun dibine kadar gitmiştim. Sevimsiz ve bulutlu bir hava vardı o gün. Anıtın kazıldığı yer ile benim aramadaki mesafe iki-üç metre kadardı ve ben kazı işini yapanları seyretmiştim. Hepi topu altı yedi yevmiyeli işçiydi. Mezarın içini göremedim ama o zaman bir yaygara koparılmıştı. Dediklerine göre orada yattığı varsayılan kişilerin yerleri değiştirildiği an, kimselerin akılının alamadığı bir gelişme olmuştu. Yerleri değiştirilmek istenen ve adına şehit denen kişilerin cesetleri hala olduğu gibi hiç çürümeden cap canlı kalmışmıştı. Hatta askeri üniformalarının neredeyse ütüsü bozulmamış söylentisi hızla yayılmıştı. Ve Hatta şehit dedikleri bu kişilerin tüfeklerinin ellerinde olduğu ve kazıya eşlik edenlerin bu duruma akıl sır erdiremediği, şehitlerin tüfeklerini bırakmak istemedikleri, sıkı, sıkı kavradıkları, bunun üzerine hemen bir imam çağırıldığı ve imamın okuduğu bazı dualarla gevşeme olup yerleri değiştirildiği anlatılmıştı. Yani mevzu kutsal bir efsanenin göbeğine oturtulmuştu her zamanki gibi. Şehit ama neye karşı şehit? Gelmişsin tamamı Müslüman olan Kürtlerin üzerine bomba yağdırıyorsun, onlarda kendi savunup karşı koyuyor. Bu arbedede uçaklar düşüyor. Mevzu derin yani.

Kazının yapıldığı hafta, merakımdan orada bulundum ama bazen düşünüyordum, bunlar hava pilotu ise, ellerindeki tüfeğin ne işi vardı? Bunlar herhalde hem uçak kullanıp bir yandan Kürtleri bombalıyor bir yandan ellerindeki tüfekle ‘şaki’ dedikleri Kürt savaşçılarını mı hedef alıyordu? Uçak ve pilot mevzusu doğruydu ama ellerindeki tüfek bir yaygaraydı. Kürtlerin dini hassasiyetini bilen resmi ideoloji o günün şartlarında, kendi yazdıkları tarihin gölgelenmemesi için bu yaygarayı bilinçli olarak çıkarmıştı. Tutmuştu da. Anıtın yeri değiştirilirken gerçi cenaze veya ceset gören olmamıştı ama ölüye saygıdan olsa gerek kimse ne durumu sorgulamamış ne yadırgamamıştı. İşin ilginç tarafı Kürtleri öldürmeye gelmiş bir uçak ve pilotu ya da pilotlarına yine Kürtlerin Fatiha okumasıydı, saygı duymasıydı. Yerlerini kusursuz bir çaba ile değiştirme işini yapan tarihte soyunu kurutmaya çalıştıkları Kürtler’di. Kendisini soykırıma uğratmaya gelmiş karşıt bir askere bile hoşgörülü davranmaları doğrusu Kürtlerin soyluluğuyla ilgilidir. Teolojik bir soyluluk. Benim bizzat tanık olduğum hatta aynı abidenin hemen yanı başında sık, sık subay çocuklarının kurduğu takımla, tozkoparan bir zeminde maçlarımızı yaparken gider bu kimsenin ilgi göstermediği anıtı çevreleyen yabani otların içinde uzanır, dinlenir, subay çocuklarının takımını yenmenin de keyfini çıkarırdık İbrahim Abi’nin Gazoz’larını içerek.

Önce Türk tarih kitaplarında olayın ve tarihin nasıl anlatıldığına bakalım. “Yıl 1939… Türkiye ve İran arasında Atatürk’ün girişimiyle birlikte iyi ilişkiler kurulur. Önce 1926’ta Eskişehir’den Yüzbaşı Muzaffer Gökselin, Teğmen Enver Akoğlu, Sivil Pilot Basri ve Teknisyen Sadi’nin katıldığı bir uçuşla Türk uçakları İran’a gider. Atatürk’ün hediyeleri Şah Pevlevi’ye ulaştırılır.

Hürriyet Gazetesi’nde Taha Akyol’un bir yazısında ise 1939’da yapılan ikinci uçuşa dikkat çekiliyor… İran velihatının nişan törenine katılmak üzere Türk Havacıları Tahran’a gidecektir. Bu görev, Diyarbakır’daki İkinci Tayyare Alayı Komutanlığı’na verilir. İran Velihatı’nın düğününe Diyarbakır’dan kalkan uçaklar gider. Tahran’da kalınır. Yapılan törene Türk Havacıları da katılır. Resmi geçişler gerçekleştirilir. O yıllarda Diyarbakır 2. Tayyare Alayı’na bağlı olarak 27. Ve 28. Bölüklerde Vultee V-11GBT tipi uçaklar bulunmaktadır.

Dönüş yolculuğu 26 Nisan 1939’da başlar. Uçaklar önce Tebriz’e gidecek, oradan Ağrı’dan sınıra geçiş yapıp Diyarbakır’a ulaşacaktır. Ancak işler beklendiği gibi gitmez. Tahran’dan kalkış yapıldıktan sonra filo Tebriz üzerindeyken alçalan bulut tavanı nedeniyle zor durumda kalır. Bir süre sonra yerle görüş kaybedilir. Bunun üzerine bazı uçaklar Tahran’a döner. Birkaç uçak yoluna devam eder ama Miskin Köyü yakınlarına mecburi iniş yapmak zorunda kalır. Sadece bir uçak Diyarbakır’a ulaşmayı başarır.”

İşte burada anlatılan filo 1939’da uçuş yapmış bir filo değildi. Gerçek tarih 20 – 23.6.1930 tarihidir. Bu dönemde Ağrı ve Zilan katliamları iç içe sürdürülmüş hatta dünyanın diğer ucundaki Almanya’nın, 3 Ekim 1930 tarihli Berliner Tageblattt gazetesi bile, Türkler, Zilan bölgesinde 220 köyü imha etti ve 4.500 kadın ve yaşlı katletti şeklinde aktarmıştı. Nitekim Türk resmi kaynaklarında 15 bin Kürdün katlediğildiği yazılıdır. Ağrı’daki oran buna eklenince sayı oldukça fazladır. Hatta bazı Kürt kaynaklarında da olay tam bilinmediğinde abartılmıştır. Örneğin kaynak belirtilmeden abratıla abartıla aktarılan bir rivayet ise şöyle; 26 Haziran’da Nadir Bey mahiyetinde ki 80 kadar direnişçiyle Dedeli üzerinden, Patnos’a doğru yürür. Xırındas köyü civarında kendilerine 5. Seyyar Jandarma Alayı’nın 11. Bölüğü ve bir uçakla müdahalede bulunulur. Çıkan çatışmada uçak düşer ve iki subay ölür. Bu iki subayın cesetleri, bilahare Patnos’ta şimdiki Yıldırım Palas Oteli'nin karşısındaki arsaya defnedilerek, buraya bir abide yapılır. Bu abide 1950 yılında Patnos’tan Ağrı'ya nakledildi. Şu an Ağrı'da bulunan abide o tarihte Patnos'tan Ağrı'ya nakledilmiştir.


Bölgede tarihi araştırmalar yaptığımda yukarıda adı geçen filo düşürülürken tanık olanlarla görüşmüştük. Bizzat canlı tanıklardan edindiğim bilgiler ışığında karanlıkta duran tarihin bu sayfasında neler olup bittiğini görmüştüm. O günlerin canlı tanığı, 1992 yılına gelindiğinde Iğdır’ın Panik köyünde yaşayan ve aynı günlerde 102 yaşında olan Cemile Xanım o karanlık ve kanlı tarihin içinden çıkıp gelen tanıklardan sadece biriydi. Bizzat tanık olduğu bir uçak düşürme olayını anlatmıştı ve bazı gazetelerde yayınlamıştık. Gelişmelerin Ağrı boyutuyla birlikte Zilan boyutu vardır. “1930 yılının Mayıs ayında Bıruki Aşireti savaşçıları Meydanok Yaylasında bulunuyordu. İstihbarat alan Türk uçakları sürekli bu yaylaya yakın uçuyordu. Bıruki Aşiretinin lideri Hamit Bey’in çadırı diğer çadırlara biraz uzakta bulunuyordu. Çadırda Hamit Bey, karısı Susan ve altı aylık bebekleri Bahri kalıyordu. O gün aşiret savaşçıları bölgeye teftişe çıkınca Hamit Beyi ve diğer çadırları korumak için Abdulbari ve birkaç savaşçı kalmıştı. Diğer çadırlarda ise yine kadın ve çocuklar dinleniyordu. Bir süre ortalarda görülmeyen Türk uçakları, İdris Erdinç ve tarihi bile huzursuz eden fesat Beko yê Ewan kadar nam salmış Sıdikê Heso’ya bağlı milislerin ihbarı üzerine ani bir saldırı ile bombardımana geçince ilk bombalanan çadır Hamit Bey’in çadırı oldu. Bu bombardıman öyle şiddetli olmuştu ki, bombardımanda yüzlerce çocuk ve kadın ölürken Hamit Bey’in karısı Susan ve altı aylık bebekleri Bahri de parçalanarak öldü. Birinci bombardımandan sonra teyyareler ikinci bombardıman için geri döndüklerinde insanları korumakla görevli Abdulbari Bey, Sêderb adını verdiği silahını teyyarelerden birine doğrultarak az önce parçaladıkları çadırın ilerisine düşmesini sağladı. Teyyareyi düşüren Abdulbari koşarak düşürdüğü teyyarenin yanına geldi. Henüz ölmemiş pilotu enkazdan çıkararak o öfke ile gözlerini oydu, öldürdü.” Bu bilgiler daha sonra birçok yazarın hazırladığı kitaplara esin kaynağı oldu. Abdulbari Bey’in Sêderb adını verdiği silahı Iğdır’ın Panik köyünde, 1980 yılında evinde çıkan bir yangında yandı. Anlatılanlardan bu aşiretin Mala Eli yê Heci Balo olduğu anlaşılıyor.

Hatta o gün uçak düşüren Kürt savaşçıları için şu şiir dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmişti.

Mala bavê mino lêxe,
Cavê kırivê xwe çerxê xe,
Navê mala Eli yê Heci Balo Carke dinê hatinê milê lêxe,
Bi navê Kurd û Kurdistan lêxe...

Bu bombardımandan hemen sonra bölgedeki Itoşa, Mıxurya, Gıravya, Şıkaka ve Pinaşa aşiretleri Hamit Bey’in ittifakından ayrılıp dolaylı yollardan tarafsız kalacaklarını bildirmişlerdi. Meydanok yaylasında bu uçağın düşürülmesinden başka aynı savaş ekseninde aynı günlerde bir diğer uçak savaşçı Hesê yê Musa tarafından vadinin güneydoğusu, Exsê Dağlarında düşürülmüştü. Üçüncü teyyare ise vadinin Rasta Zortilê bölgesinde düşürülmüştü.


Aynı günlerde, Kürt savaşçılarına gelen haberlere göre Ağrı’daki savaş yoğunlaşmış, kıran kırana çatışmaların yaşandığı yönündeydi. (Daha öncesinde yani 1928'de Türk hükümeti Ağrı Kürtleri ile görüşme yolları aramaya başlar. Ayaklanmadan vazgeçtikleri takdirde sürgünleri durduracağını, idamların olmayacağını ve sürgündeki Kürtlerin geri dönüşlerinin sağlanıp, mahkumların bırakılacağını belirtir.) İşte bu kıran kırana geçen savaş ve çatışmaya, Türk resmi tarihinin bilmem İran’a gidiyorlardı, bilmem İran’dan dönüyorlardı dedikleri uçaklar acımasız bir bombardıman başlatmış, kent merkezinde kıpırdayan her canlıyı vurmaya devam etmişlerdi.


20-23.6.1930 yılında, bugün Ağrı kent merkezinde şehitlik diye bahsi geçen anıtın enkazındaki teyyare Ecoi Aşiretinden Kürt Savaşçı Zahır Beg ( Soyadı kanunundan sonra aileleri Kağan-Kahraman soyadlarını almıştı) tarafından aynı bölgede düşürüldü. Aynı tarihlerde, aynı bölgede –Ağrı ve Van ekseninde- düşürülen uçak sayısı yedidir. Yani yukarı da sözü edilen filonun tamamı düşürülmüştü. O dönem Karaköse diye bilinen Ağrı kent merkezinde, şehitlik denen abidenin otuz metre doğusunda sıradan iki katlı bir bina vardı ve Türk hükümetine elçilik yapıyordu. Bu savaşta Türk tarafında askerlik yapan yüzlerce Kürt vardı ve birçoğu katliamların içinde bizzat bulunuyor, insanların karınlarını deşmekten geri kalmıyorlardı. Bunlardan bir tanesi 1993 yılına kadar Doğubeyazıt ilçesinde yaşayan ve bizzat yaptığım röportajda celladlığını itiraf eden Ömer Öner’di. Yine 1993 yılında bazı gazetelerde haberini yaptığım 1895 Ağrı Daneqıran Köyü doğumlu Hamdi Işık’tı. Hamdi Işık ile röportaj yaptığım 1993 yılında kendisi yaklaşık doksan yaşında ve gözleri görmemeye başlamıştı. İçinde olduğu birliğin Ağrı’ya gelerek nasıl gaddarca katliamlar yaptığını anlatıyordu. Olup biteni ağlayarak anlatan Hamdi Işık o bedbaht günlerin bir kabus olup kendisini her gün yeniden öldürdüğünü anlattığında ağzından, o günlerdeki katliamları ne anlat şu şiir çıkmıştı;

Agırê kulê bikeve mala Nidai,
Nidai şeşê êvarê ketye nav gırtiya,
Jêr bı jêr Eziza, efala, xorta,
cındiya Derdixe binya baxçê Şewêş,
Xorta dixemıline xwun u sıngiya...

On yıla yakın yaşamına tanıklık ettiğim uçak avcısı Zahır Beg daha sonraki yıllarda düşürdüğü bu teyyarenin ve elçilik binasının yanı başında gidip geldi ve 1980 yılında Ağrı’da öldü. Mezarı, daha sonra asimilasyon politikaları gereği göçmen Azerilerin yerleştirildiği Küpkıran Mahallesi Halk mazarlığındadır. Oğlu Memed’de benim okuduğum lisenin bando takımındaydı. Bu ailenin tamamı zamanla batıya göçetti. Canlı tanıklara dayalı bilgilerin aksine bazı Kürt yazmanlarının kafası da bir o kadar karışıktır.

Hava şehitleri olarak anılan yerde kaç pilotun yattığı konusunda farklı görüşler vardır. Nitekim oraya bir pilotun gömüldüğünü görüntüleyen bir resim de yok ancak bir görüşe göre bölgede teyyareleri düşürülüp ölenlerin adları şöyledir; (tabiki bunlar sadece görüş. Anıtın ve haliyle topraktakilerin yerleri değiştirilirken yaygın anlatıma göre iki cesedden söz ediliyordu. Resmi tarih bu iki pilotun Makinist Astsubay Çavuş Fethi Sülker ve Sivil Makinist Sıddık Uyar olduğunu ve abidenin bu iki pilot adına yaptırıldığını yazar. Abide adı verilen yerde sadece bir pervane belirgin olarak göze çarpar. Bulunduğu bölgeye daha sonra Abide Mahallesi adı verildi.)


Yüzbaşı Mehmet Selahattin, Üsteğmen Abdurrahman Şerif, Üsteğmen İshak Korkut, Üst Teğmen Ali Rıza Bey

Hatta daha sonraki dönemlerde bizzat Ağrı’ya gelerek fotoğraf çektiren kimi emekli subayların fotoğrafları yeterince incelendiğinde bu olayın 1930 yılında cereyan ettiği net bir şekilde anlaşılır. Gizlenen resmi tarihin sayfalarında, “Ağrı Dağında 1930 yılında Karaköse’de şehit düşen Teyyareciler Abidesi.” diye geçer. Askerlerin birbirlerine yolladıkları kartpostal ve fotoğraflarda göze çarpan tarih yine Eylül 1930 tarihidir. Yani meselenin İran dönüşü yaftasıyla ilgisi yoktur. Hele hele bilmem 1950 yılında Patnos ilçesinden getirildiler vurgusu ile hiçbir alakası yoktur. Türk teyyareleri bölge insanını katletmeye gelmişti ve teyyareler de savaşçılar tarafından düşürülmüştü. O dönem yeni kurulan TC devleti daha sonra 1938’de aynı provayı Dersim’de yaptı, katliamlar tarihine bir sayfa daha eklemiş oldu.

İşte tarihin profilini bozan bu panporama Ağrı Belediyesinin de dikkatini çekince Belediye Başkanı Sırrı Sakık da yıkılması yönünde bir beyanda bulunmuş. Yıllarca varlığının bir şey ifade etmediği ve çocukluğumda gidip ağaçlarının gölgesinde serinlediğim, bazı yerleri bataklığı andıran bu abide ve bahçesinin neyi tam olarak ifade ettiğini ve neden sonradan böyle değere bindiği konusunda şahsen bir fikrim yok. Katletmeye geldiğin bir halkın atlasında anıt yapma mantığı da yazar olmadığı halde romanları olduğunu söyleyen şahsın duruşuna benziyor. Türkiye’nin batısına baktığımız zaman, iktidar anıt manıt dinlemeden yıkıyor yerinde gövdelerini ısıtacak binalar kaldırıyor, mevzunun doğusu ele alınınca kıyamet kopuyor. Gereksizliği iyice ayuka çıkmış bir beton yığını neden önemli olsun ki? Bazen insanlar ellerine aldığı demir bir çelenkle o pervanenin önünde iki büklüm oluyor, burada kim yatıyor diye sorduğunuz da ise herkes şaşkınlıkla birbirlerine bakıyor. Bölge insanı için anlamı olmayan bu ve benzeri sembollerin, düşünürlerin dediği gibi ölümcül hatıraları hatırlatmasından başka bir özelliği de yok. Hayatın bir sürü gerçekliği varken kimi seyislerin ahırdaki işini bırakıp yabancısı olduğu bir çiftlikte at koşturması da sevimsiz bir durum. Vesselam tarihe kara düşenlerin yazgısıdır anlatılanlar. Anıt manıt hikaye. Hepsi bu.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder