Yaşar Kemal, Ağrı kırımının bir sahnesini, Deniz Küstü romanının 8. baskısının 88. sayfasında şöyle anlatıyor:
"... Ağrı Dağında diyordu. Selim Balıkçı. Ben bu yarayı Ağrı
Dağında aldım. Ağrı Dağında Kürtler isyan çıkarmışlardı. Ben o
zaman Erzurum'da askerdim.
Başını kaldırdı, bana baktı.
Sen Ağrı Dağını gördün mü? diye sordu.
Gördüm, dedim. Tepesine kadar da çıktım.
Bana, inanmaz inanmaz baktı.
Tam tepesine kadar mı?
Tam tepesine kadar değil... Ağrı Dağının tepesine varınca
önce bir düzlük görürsün.
Eeeee?
O düzlüğün üstünde de, üç tane başka küçük tepecik vardır.
Asıl Ağrı Dağının en yüksek yeri, söylediklerine göre bu üç
tepecikten biridir, işte ben o düzlüğe vardım da, o en yüksek tepeye çıkamadım. O en yüksek tepenin de yüksekliği altmış metre kadarmış.
Nasıl ölçüyorlar dağlann yüksekliğini?
Bir alet var, gördüm, dedim. Demek sen Ağrı Dağında...
Kürtlerle çarpıştın. Kürder yaman adamlar, çok atıcı...
Karşılıklı çarpışırken, ben asker kasketimi bir değneğe takıp çıkarıyordum.
Çıkar çıkmaz kasketim en az beş kurşunu birden
yiyordu.
Bizim bir komutanımız vardı, adı Salih Paşa (Salih Omurtak)... Meymenetsiz bir adamdı ya, Atatürk onu severmiş. Beni yanına çağınyordu, hele bir bitsin Selim diyordu, hele bir bitsin, emekli olacağım, geleceğim senin Menekşe'den bir tarla alacağım. Şapkasını yana yıkıyordu. Cemal Gürsel gibi kabadayı paşalar hep
böyle şapkalarını yan yıkarlar. Belki de Çekmece'de bir tarla alırım.
At yetiştireceğim, domates dikeceğim. Seninle balığa çıkacağım. Ta Büyükada'ya kadar kürek çekerek gideceğiz, diyordu.
Sen denizden korkarsın paşam, diye takılıyordum. Ne, diyordu
gülerek, korkmak diyordu. Ama paşanın denizden ödünün koptuğu belliydi.
Bir Kürt bir askeri öldürürse, bu paşa var ya kuduruyordu.
Ölen her askere karşılık bir Kürt köyü yakıyor, ne kadar erkek
varsa köyde kurşundan geçirtiyordu. Hiç aklı almıyordu, bu dil
bilmez köylünün Atatürkümüze başkaldırmalarını. Deli divane
oluyor, elinize geçen her Kürdü kurşundan geçirin, bir tanesini
sağ bırakmayın bu yılanların, diye bağırıyordu.
Asker onun dediğini dinleseydi, şimdiye Türkiye'de bir Kürt kalmazdı. Biz askerler ne yapıyorduk, yakaladığımız Kürtleri serbest bırakıyorduk;
din kardeşi değil miydik? Paşa böyle yapdğımızı bir duysa,
alimallah tüm orduyu Kürtler gibi kurşundan geçirirdi.
Bazı askerler zengin oldular, bir altına bir can bağışlayarak.
Kürtlerde çok para, çok altın vardı. Ben bir kuruş almadım bıraktığım Kürtlerden. İnsanlık için... Bizim memlekette can karşdığı
para alınmaz. Ben hiç para almadım. Her askerin çantasında kağıt paralar, birçok altın gerdanlık, bilezik, akın balballar,
altın hızmalar...
Halhal dedikleri, kadınların ayak bileklerine taktıkları bir hoş
bileziklerdir. Hızma dediklerini de, burunlarına takarlar.
Bir bahar, Ağrı Dağını, eteklerini bir bir dolaşarak yaktık,
yıktık, yangın yerine çevirdik. Öldürmedik, sürmedik adam
koymadık. Kürderin kökünü kestik...
Salih Paşa, o gün çarpışma bitip akşam olunca, bize yardım
eden Kürt beylerini de çadırına çağırır, sabaha kadar içer, Kürt
beylerini de oynatır, kendi de, o gün öldürülen Kürtlerin şerefine kadeh kaldırır, göbek atardı.
Bir sabahdı. Salih Paşa beni çok içirmişti. (...) Gözümü açtım
ki, ne göreyim; bir karyolada, sakız gibi bir yataktayım."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder